Çocuk yaşlarda insanın içinde en derin iz bırakan duygu aile, baba ve anne hasreti olmalı. Bunun içinde de en yakıcı olanı insanın babasını kaybetme duygusu…

Bendeniz Kayseri Pazarören Mimar Sinan Öğretmen Lisesi’ne ‘’on bir’’ yaşında orta okul birinci sınıf öğrencisi olarak başladım. Hatır ve hafızamda kalan okula başlangıç günlerim 1976 senesinin ekim ayı idi.  Hemen öncesinde yaklaşık bir hafta sürecek olan tam teşekküllü bir hastaneden rapor alma faslı bayağı yorucu geçiyordu. Raporu Kayseri Devlet Hastanesinden alacağız. Kayseri’de kalacağımız yer ise Sakarya oteli. Hani şöyle üstümüzü örtecek kadar var olan bir otel hüviyetinde. En azından geceleri emniyetle kalabilecek bir yer görüntüsü vermekte.

Kayseri Devlet Hastanesi ve Sağlık Raporu

Rapor alırken okula kayıt için bize verilen en son kayıt tarihi geçmişti.  Köyden gelen üç öğrenci Mustafa Basat, İbrahim Orhan ve ben. Babalarımız o zaman için Kayseri’den Murat 131 taksi tuttular. Pazarören’e kadar bu taksiyle gidip okul idaresinden rapor nedeniyle uzayan kayıt tarihinin hak kaybına neden olmaması için görüşme yaptılar. Olumlu sonuçla döndüler. Taksi parasını hiç unutmam: 150 Tl idi. Üç afacan ve biraz da köyden gelme halini yansıtan çocuklar olarak biz ve babalarımız rapor sürecine devam etmeye başladık. Bu arada beklenmeyen bir hafif trafik kazası yaşadık. Arkadaşım Mustafa’yı yoldan karşıya bir kontrolsüz geçişte araba çarptı. Ama çarpma hafifti. Hemen yakın olan hastaneye kaldırdık film çektirdik ve Mustafa’nın bir şeyi olmadığı sonucunu öğrenince derin bir oh çektik. Rapor işlerimize geri döndük.

Arkadaşlarımın babaları Hallevendi(Halil Efendi)  Dayı ve Hasas Bekir Amca babama hafifçe sitem ettiler.  ‘’Hac(ı)a Ağa,  biz şehir içi her yere araba tutup gitmek istiyoruz ama sen buna engel oluyorsun. Bu kaza bu yüzden oldu. Bundan sonra her gitmemiz gereken yere araba tutup gideceğiz, sen de bize uy’’, dediler. Babam bu talebe rıza gösterdi. Ve kalan rapor alma günleri her gereken yere araba tutularak gidilmeye başlandı. Bize de arabaya binerek gitmek, çocuksu bir keyif veriyordu. Ama bir taraftan da babamın gözlerine bakıyordum. ‘’Acaba babam bu arabaya binme işine gönüllü mü’’ diye.  Olumsuz bir enerji görmedim babamın gözlerinde. Bu rapor alma günlerimiz azar azar ve adeta sindire sindire geçiyordu. Bizi en çok alakadar eden şeylerden biri de ömrümüzde ilk defa lokanta yemeği yiyor olmamızdı. Keyfimizin tarifini ve o yemeklerin lezzetini anlatamam. Babalarımız her ne yemek isteseler o yemek bizim de menümüz oluyor ve bize pek tatlı geliyordu.

Kayseri’deki beş günlük rapor alma günlerimizde bir şey dikkatimi çekiyordu. Köyden gelen biz üç öğrenci ve üç veli öğrenci babalarının doğal sözcüsü, babamdı. Hastanede ya da dışarıda birisi ile bir şey konuşulacaksa ya da bir şey sorulacaksa direk babama söz bırakılıyordu: ‘’Hac(ı)a Ağa gel’’ sesi babamı en öne konuşma makamına taşıyordu. Babam 1909 doğumlu idi. Kayseri’de Hisarcık’ta medreseye gitmişti. Kendisi ‘’Asarcık’’ derdi. Yaşadığı yıllarda bize sürekli anlatırdı. Tekke ve Zaviyeler ile medreselerin kapatılmasından önceki en son medrese talebelerinden idi. Bu nedenle karşısındakine ‘’Ahmet Efendi, Mehmet Efendi’’ diye başlayan dinlendirici ses tonu ile hitap eder. Muhatabına sözlerini saygı uyandırıcı bir üslupla dinletirdi. Büyüklerimizden anlatıla gelen bir ‘’jandarma korkusu’’ bilinçaltımızdaydı ve babamın devlet dairelerinde hafif ses tonuyla makamları aşması bize güven veriyordu.

Kayseri Devlet Hastanesinin ailemizde bir başka hatırası daha vardı. Babam, o günkü tarihimizden yaklaşık yirmi yıl kadar evvel hasta olarak geldiği Kayseri Devlet Hastanesinde Dr. Bahri Arifoğlu’nun tedavisinden şifa, dermanından deva bulmuş. Benden beş yaş büyük ağbimin adını bu nedenle ‘’Bahri’’ koymuştu. Çocuğuna isim koyduracak derece saygı uyandıran doktorluktan başka hangi meslek var bilmiyorum. 

Nihayet takip eden Cuma günü rapor işlemleri bitti. Alınacaklar arasında olan Büyük Atlas’ı da Kayseri’den temin ederek Bünyan Garajından bir otobüsle Pazarören’e vardık.

Babadan Ayrılık Başlıyor

Beni idaredeki işlemlerden sonra yatakhaneye bıraktı, babam.  Daha başlangıçla birlikte benim için canımın acıdığı sahneler başladı. İlkten para vermeyi unutmuştu. Ertesi gün geldi, verdi. Ama ‘’ahanda şuracıkta bir düğüm’’ daima ve nerede ise burnumdan kokusu gelecek derece de yanık bir hasretlik çöktü bana. İlk ayrılık ile birlikte ilk hasretlik günleri başlamıştı. Hayatımda ilk defa hissettiğim bir şeydi bu. Yeri de yanığı da geçmiyordu… Karmaşık duygulardı bunlar.

Beni yatılı okula bıraktığında babam altmış beş, ben on bir yaşımdaydım.

Zihnimde o yaşlarda çözemediğim bir şey vardı. Arkadaşlarımın babaları çok gençti ve benim babam yaşlıydı. O da Pazarören’de beni bırakıp gitmişti. Zamanla bu hasretlik duygusu bende ‘’Ya babam öldüyse’’ duygusuyla birleşmişti. Sürekli içimde bu duyguyu taşıyordum. Onun için yakıcı olan her şey benim duygu dünyamı tarumar ediyordu. Sınıfta sıra türküsü söyleyen Süleyman arkadaşımız kendisine her sıra geldiğinde o yanık sesiyle bir türkü söylerdi. Yankısı halâ kulaklarımdadır:

Barmağına takmış altından yüzük

Benim bağrım zaten küçükten ezik,

Sevipte bırakmak kız sana yazık

Zalım baban seni bana vermiyor.

Buradaki ‘’küçükten ezik’’ olan bağır ben oluyordum adeta. Arkadaşım Sülo, bu türküyü her söylediğinde ayrılık acısı derin deniz dalgası oluyor,  kıyılarımı vuruyordu. Dalga kıransız. O hasretlik diyor, ben baba ayrılığı acısını duyuyordum.  

Her tatilde köye gelirken arabamız okulun bulunduğu taraftan köye girerdi. Yenifakılı kasabamızdan başlayarak köyümüzün okulu tarafından köyümüze girerken dikkatle köylülerimizin gözünü süzmeye başlardım. Acaba babam öldüyse bunu bana söylemiyor olabilirler miydi? Acaba varsa böyle bir acı kaybımız ben bunu gözlerinden bana bakışlardan çıkarabilir miydim? Her gelişte yaşadığım bir duyguydu.

Ailemi o kadar çok özlüyordum ki rüyalarım bile onlarla doluydu. 1978 yılında ben Pazarören’de iken  Hüseyin Ağbim askere gidecekti. Bu da bende bir güçlü merak duygusuna dönüşmüştü.  Ve ben bu askerliğin yerinin Manisa olduğunu rüyamda görmüştüm. Hayaliyle yaşadığınız bir şeyin ancak rüyasını da görebilirsiniz demek ti bu. Kayseri’den ben trenle on birinci ayda köye geliyordum. İlginç bir tevafuk ağbim de Ankara’dan Manisa’ya gitmek üzere aynı trene gelmişti. Trenin merdiveninde ağbimle vedalaştık. Ben indim o binip devam etti trenle yolculuğuna…

Altı yıl yatılı okudum ve hep aileden ayrılık duygusunu sessizce içimde yaşadım. Ve babamı kaybetme korkusunu. Kimselere anlatmadan. Belki de paylaşmadığım için bende bu kadar derinleşiyordu.

Şairin bu mısraları galiba benim duygularımı çok iyi terennüm etmekte:  

Hayatta ben en çok babamı sevdim

Geldi mi de gidici

Atlastan bakardım nereye gitti
Öyle öyle ezber ettim gurbeti

‘’Hep gidici’’ derken çekilen o yürek sancısını bir bilseniz… Ve baba hasreti ve kaybetme korkusuyla gurbeti ezber etmeyi. Sanki benim için söylenmiş mısralar.

Acı Acıdır ve Acı Yaşanır

Altı yıllık yatılı okul hayatımı bu duygularla yaşadıktan sonra en son senemde 1982 yılının yılbaşında köye tatile geldim. Babam yıl başı gecesi akşam yatağına uzanmış vaziyette. Ertesi günü ağbimle Ankara’ya gidecekler. Bizlerde etrafında kümelenmiş durumda tv seyrediyoruz. Bir ara babamın anneme: ‘’Sen ölürsen ben çocuklara bakamam ama ben ölürsem sen çocuklara bakabilirsin’’ dediğini işittim.

Ertesi gün Cuma onları Fakılı’ya bırakmak üzere traktörü hazırladık. Büyük ablam vagonda babamın yerini kontrol etti. Sağa sola talimat vererek minderlerini kuvvetlendirdi. Babamları öylece sabahtan Fakılı tren istasyonuna bıraktım ve köye döndüm. Cuma namazını kıldıktan sonra harici odamıza kısa bir şekerleme uykusuna dalmışım. Birden avlumuzda bir kalabalık ve sesler duymaya başladım. Ne olduğunu anlamak için oda kapısını açarken halen sahibini hatırlayamadığım bir ses bana: ‘’baban öldü’’ dedi. Babamın öleceği sanki kendisine malum olmuş ve akşam ‘’ben ölürsem…’’ diye başlayan o cümleyi sarf etmişti. Fakılı’da öğleden sonra kalp krizi geçiren babam, emanetini 15.10 sularında  teslim etmişti

O acılı haberi Pazarören’den gelirken değil köyden almıştım. Mukadderat böyleymiş demek, deyip doğruldum. Acı, bu sefer içeride durmuyordu ve gözlerimden sağanak yaşlar halinde boşalıyordu. Acı acıydı ve acı yaşanıyordu. O gün babamın cenazesinin teçhiz ve tekfini yapıldıktan sonra,  defnettik. Takip eden Pazar günü de okuluma döndüm. Kadere boyun eğmekten başka çaremiz yoktu. Bizde öyle yaptık. Bizim de son menzilimiz orası idi.

Babamı, on yedi yaşında kaybetmiştim.

O zamana kadar kaybetme korkusuyla yüreğimde aynı yer acıyordu. Kaybettikten sonra aynı yer, derin bir boşluk hissi ile sızılamaya başladı. Pazarören günlerimde babamı kaybetme korkusu beni bazen gece yarısı uykumdan uyandırırdı. Bu yazıyı tamamlamak için gene gece yarısı uyandım. Aradan geçen kırk bir seneye rağmen o yer küllenmiş ama sönmemişti. Yine aynı yerin acıdığını hissettim.

Hatırası yadımda… Rahmet ola. Bilvesile ahirete irtihal etmiş bütün babalara rahmet niyazıyla.