O meşhur söz: ‘’Geçmiş zaman olur ki hayali cihan değer’’ diyerek seslenir ve hayal olmuş hatıraları maziden bir daha çağırır. Bizi bugüne getiren geçmişteki tüm yaşadıklarımız, bizim geçmişimizdir. Bugün bizi meydana getiren tüm yaşantılarımızı geçmişimize borçluyuz. Geçmişimizin bir döneminde hayatımıza basamak olan zor dönemlere ‘’mazi kalbimizde yaradır’’ demeyeceğiz. Biliyoruz ki yirmi beş yaşından sonra kimsenin mazisini suçlama yeterliliği kalmaz. Akıl ve feraset mazimizden ders almayı, dersler çıkarmayı, mazimizle hesaplaşmayı, yerine göre yüzleşmeyi gerektirmekte.

Bizim öğretmen okulu yılları mazimiz Türkiye’nin fırtınalı yıllarını tam içine alan bir dönemden geçti. İnişler, çıkışlar, virajlar, büküşler, pürüzler, krizler ve kopuşlar ihtiva eden bir dönemi toptan yaşadık. Fırtına vadisi ya da fırtına deresi diyebileceğimiz bir devri kapsıyordu yaşadıklarımız. O vadi ve fırtınalarda yer yer alan hiç kimse, hiçbir öğrenci arkadaşımız  bu durumdan uzak kalamıyordu. Tozundan, dumanından, çekiminden ve tesirinden hadiselere bir yerinden dahil oluyordu.

‘’Pazarören yazılarını nasıl okumalı’’ olabilirdi bu yazının başlığı. Ya da ‘’nasıl anlaşılmalı?’’ Bir müddettir Pazarören Mimar Sinan Öğretmen Lisesindeki okul yıllarımıza dair hatıralar eşliğinde yazılar paylaşıyorum. Bu yazıların ortak geçmişi yaşayan, ortak kültüre sahip, aynı okullardan yetişmiş arkadaşlarımız arasında büyük alaka gördüğüne şahit oldum.

Pazarören bir ortak hafıza. Türkiye’nin o dönemdeki sosyolojik ikliminin bir parçası. Pazarören’de okuyanlar öncesiyle ve sonrasıyla Türkiye’nin bir parçası olmaya devam ettiler. Ortak hafızayı meydana getiren de ortak yaşanmış hatıralar, işte bu ortak Türkiye fotoğrafını meydana getirdi.

Pazarören’de dersliklerde başlayan, yatakhane ve okul bahçesinde devam eden, kalorifer dairesinden, spor salonuna, sinema salonundan marangozhaneye, demirci dükkânından okulun çiftliğine uzanan, Zamantı’dan başlayıp yaka köylerine doğru genişleyen, ya da yaka köylerin den gündüzlü öğrenci olarak başlayıp okula doğru ilerleyen, Melikgazi Türbesinden Melikgazi Kalesine tırmanan, Pazarören mağaralarında bin bir türlü hikâyelere dönüşen, spor müsabakalarıyla ayrı bir hikaye halini alan, okulun lojmanlarında kalan hocalarımızın şahitlikleriyle iyice demlenen arkadaşlıklar her birimizi iliklerine kadar ve buram buram yatılı okul kokusuyla yoğurmaktaydı.

Bütün bunların üzerine bir de yaşadığımız devrin, içinden çıktığımız cemiyetin, yetiştiğimiz ailelerin kokusu sinmekteydi.

Her bir hocamızla ayrı bir fikir, kültür, renk, eda ve iklime bürünen şahsiyet dünyamız, oldukça engin ve zengin bir hafıza meydana getirdi.  

Okul bahçesinin bir köşesinde söğüt ağaçlarından kestiği ince dallarla sepet yapan yurt çocuklarını da görebilirdiniz… Üç beş arkadaşıyla okulun bir kenarına aheste yürüyüşe çıkmış herhangi bir hemşehri grubu öğrenciyi de… Bir sonbahar günü akasya ağaçlarından kurudukça helikopter pervanesi gibi dönerek düşen yapraklarla zamanı yaşayan bir arkadaş grubu öğrenci de olabilmekteydik yerine göre. Mevsimine göre okul lojmanlarından bir hocamızın Toros Çarşı’dan alışverişten dönen, Manav Menduh Abi’den sebze meyve alışverişinden dönen görüntüsünün hafızalara kazıdığı aşina görüntülerde talebeliğimizin hafıza kaydını meydana getirmektedir.

Üçlerde ya da Toros Çarşı’da Musa Emmi’de Abdullah/İrfan Çağlak kardeşlerde çaman ekmek yerken ülke meselelerine ait, öğrenciliğe dair muhabbetler dinlemeye aşina kulaklar da yatılı okul hafızasına dahildir. Siyasetin hareket, terörün ivme kazandığı dönemde kendisi de bir hiper aktif olan Musa Emmi’nin dükkanında çaman ekmek yiyorsanız orada vatandaş nabzını dinlemeye de şahit olurdunuz. Kanı canından hızlı akan Musa Emmi çaman ekmek servisini yapar. Biz tezgahın gerisinde çeyrek Çamanları yerken o az sesini açtığı ajansa kulak verir. O arada bir ölüm terör haberi olursa kendisi az bi sessizliğe bürünürdü. Sonra da tek elini pantolonun cebine sokar ve bir taraftan yürür. Bir taraftan pantolonunu cebindeki eliyle düzeltirdi. Bir taraftan da hadiselere çözümünü formüle ederdi: ’’Askeriye bu işi ele almasa olmayacak!’’

O anda 14-15 yaşında olan biz çocuklar bu konuşmaları hiç ilgilenmez bir hava ile dinlerdik. Hatta o anda sadece çaman ekmek ile karnımızı doyurur havamızı hiçbir şeye değişmezdik. Ancak bütün konuşma ve hareketler derin bir hafıza kaydı yapmakta ve bize geleceğe dair işaret fişekleri olmaktaymış.

Yaşadığımız dönem çok hareketli, kargaşa ve kaosun hadiseleri yönlendirdiği, cemiyet katında değişim ve dönüşümlerin egemen olduğu, akıl ve duyguların iç içe hadiselere yön verdiği bir dönemdi.

Tesir altında kalıyorduk. Adeta cemiyet bir türbülansın içinden geçiyordu.

Hadise ve zamanın ruhu denilen cemiyet sosyolojisi zaman zaman bizi de önüne alıp yönlendirebiliyordu. Birleşik kaplar misali hiç kimsecikler olan hadiselerin dışında kalıyorum diyemezdi.

Adeta beş devri birden yaşadık. Üstümüzden mi geçti? İçimizden mi geçti? İz mi oldu geçti? İz mi bıraktı? Söz mü oldu geçti? Zaman göstermekte her şeyi.

İşte o yaşadığımız dönemin hakikatlerini, doğrularını, gerçeklerini,  yaşanmışlıklarını  tarihe not düşmek üzere yazmaya başladım. Hem de en saf halleriyle…

O dönem gerçeklerinden biri de insanı ve cemiyeti değersizleştiren asırların bize bıraktığı gerçek eğitimde şiddetin bir terbiye yöntemi olarak kullanılıyor olmasıydı. O tarihten bir asırdan fazla zaman evvel Münif Efendi yazdığı ‘’Çocuk Eğitiminin Önemi’’ adlı makalesinde dövmeyin şu çocukları!’’ demekteydi. Geçenlerde şiddet ve eğitim üzerine yazdığı muhtevalı makale ile konuyu tarihi geçmişiyle gündeme taşıyan Mustafa Özcan “Çocuklara sert bir şekilde ses yükseltmek bir saldırı formudur ve büyük bir hasar doğurmaktadır” diye yazdı. (Mustafa Özcan-Maarifinsesi: Skolastik Bir Eğitim Yöntemi Olarak Şiddet) Şiddet toplumsal olarak reddediş makamına gelmedikçe yakın yıllara kadar askerde, poliste, okulda karşımıza çıkmaya devam etti.

Biz bu hadisenin yaşadığımız dönem uygulamalarından örnekler ortaya koymaya gayret ettik!

Klasik sistemimizde mirat denilen dönem hadiselerine ayna tutarak geleceğe bir ışık bırakmaktır niyetimiz.  Ötekileştirmeden, nefret hissi uyandırmadan bu meselenin konuşulmasını tartışılmasını sağlamaktır muradımız.