TÜRKİYE’DE BİR ÜNİVERSİTEYE REKTÖR OLMAK
 

Türkiye’de bir üniversiteye rektör olmak demek; bir ilmî kurumun sorumluluğunu yeterlilikleri ile karşılayabilecek kimse olmak demektir. Bu sorumluluğa namzet/talip ismin  amme vicdanında  ‘kifayet’ duygusunu karşılayabilmesi gerekir.  Rektörlük makamı; ilmî, idarî ve medeniyet perspektifi olan, yerel ve küresel vizyon gerektiren, oldukça spesifik meselelere hakimiyeti içinde barındıran, millet ve insanlık sorumluğuna sahip, ülke hedefleri çizebilme yeterliliği taşıyan bir ‘kimlik’ gerektirir. Rektörlük makamını işgal edecek ismin, psikoloji testlerini geçebilecek ‘şahsî, ailevî yeterlilik ve asabiyeye’de sahip olması gerekir. 
 

 

Burada sözkonusu olan, üniversitelerimiz özelinde milletçe ortak geleceğimizdir.  Öncelikle bir gerçeğin anlaşılır olması gerekiyor. Bugünkü üniversitelerimizin gen ve genetiği hangi temeller üzerine kuruldu? Hangi gerçeklikler, üniversitelerimizin kuruluşuna yön verdi? Üniversitelerimizden sistematik beklentiler nelerdir? Günümüzde rektör atamaları hangi motivasyonlarla yapılmaktadır? 
 

 

Açık ve adil toplumlarda cevaplanması gereken suallerdir bunlar.
Bu sorulara verilecek cevaplar, üniversitelerimizle ilgili daha anlaşılır bir zihin haritası oluşturmamıza yardım edecektir.
Bu konuya giriş yaparken, konuyla alakası bakımından merhum Ayvaz Gökdemir’den bir hatıra nakletmek istiyorum. Kendisi, Türkiye’ de ilim, idare, eğitim alanındaki  hizmetleri ile var olmuş, entellektüel bir isimdi. Siyaset sonrası emekliliği döneminde tecrübe ve birikimlerini, çeşitli kültür ve edebiyat ortamlarında zaman zaman paylaşıyordu. Bir gün Ankara’da bir kültür meclisinde  genel müdürlüğü ve bakanlığı döneminde yaptığı işlerle ilgili sohbet oldu. Orta Asya ile ilgili oynadığı roller, Enver Paşa’nın mezarının Türkiye’ye nakli, başka bazı hatıraları ve umura dair yaptığı işler konuşuluyordu. Söz bir ara eski Sovyet Cumhuriyetleri ve bilim ilişkisine geldi. Bir merak ile konuya dair gözlemlerini sordum. Konuyu açıklayan uzun anlatımları oldu. Ancak söz arasındaki bir anekdot hafızamda yer etti. Ayvaz Bey, ‘’Türkmenistan’da Sovyet döneminde üniversitede çalıştığını söyleyen bir akademisyene, branşını sordum’’ dedi. Ne cevap aldınız, dedim: ‘’Bana  on sekizinci yüz yıl sınıf mücadeleleri tarihi profesörü idim,  dedi.’’ Diye bir cevap verdi. 

 

 

Bu cevap benim açımdan, Sovyetler’in yıkılışını sembolize eden ve hiç başka bir izaha gerek bırakmayan en özlü açıklama oldu. O tarihten beri de, zihnimde bu cümle asılı kalmıştı. Üniversitenin parti ideolojisini doktirine ederek, bunu da ‘bilim’ diye enforme etmesinden başka bir şey değildi, bu söylenen.      ‘Bilimin bir kalesi’ olması gereken üniversite,  kominist sistemde ‘ideolojinin bir kölesi’ haline getirilmişti. Bu ideoloji sistemi, üniversiteyi oluşturulmuş sunî gerçeklikler etrafında ‘tavaf’ ettirdikleri bir yapıya büründürmüşlerdi. O gidişinde sonu, bütün dünyaya malumdu. 
 

 

Akademik dünya ve üniversiteler deyince zihnimde, ülkenin başbakanının asıldığı 27 mayıs darbe dönemi canlanır hep.  27 Mayısın hemen ertesi günü darbeciler, içinde hukuk hocalarının da olduğu bir akademisler gurubunu, uçaklarla Ankara’ya getirirler. İstekleri basittir!!! ‘’Biz darbe yaptık, siz gerekçe bularak darbemize meşruiyet oluşturun!’’ Onlarda, ‘hay hay emir başüstüne’ selamı çakarlar. Arkasından, ‘’Demokrat Parti Anayasa’yı çiğnediği için meşruiyetini kaybetmişti’’ anlamına gelecek bir darbe destek bildirisi yayınlarlar!.

 

Yani ‘hukuk dışılığı’ bizzat ‘hukuk hocalarının’ savunduğu çok çarpık bir zihin hali ile darbeye destek çıkılır. Ne yaman çelişki demek ‘bu ruh’ halini açıklamaya yetmez. ‘Bir cinnet hali bu’ demek daha yerinde olur sanırım. Bu bildiriye hukuk namına o zaman imza atanlardan biri de merhum Başgil hoca ile aynı fakültede görev yapan iki isimli, upuzun soyisimli bir profesördür. Başgil Hoca, hatıralarında ‘o ismi’  anlatırken, ‘’Recep Peker’in yanında akademik kariyerine başlayan biri.’’  Diye tarif eder. Recep Peker’i, 1933’te  Üniversite Reformu adıyla yapılan düzenlemelerden sonra, partinin genel sekreteri sıfatıyla, İstanbul

 

Üniversitesinde ‘parti ideolojisi’ dersleri veren isim olarak görmekteyiz. İşte bugünkü üniversitelerimize kaynaklık eden o zamanın üniversite temelleri, ‘parti ideolojisi’ üzerine atılmıştır. Öğretim üyesi alımında, parti ideolojisine bağlılık esas alınmıştır. Bugünkü üniversitelerimiz, kuruluş genetiğinde ilimi/bilimi değil, ‘ideoloji’yi esas alan kadro, sistem ve felsefe üzerine kurulmuştur. Hatırası hep aziz kalsın, alan hocalarımızdan Prof. Dr. Hüsamettin Aslan 2003 yılında yazdığı makalede bu durumu şöyle açıklamakta:
 

 

‘’(…)öncelikle ihtiyaç yeni devlete yeni bir resmi ‘’ideolojik’ temel, başka bir söyleyişle bir meşruiyet temeli sağlamak, modern bir bürokratik kadro yetiştirmek(…) öncelikli sorun üniversiteyi dünya üniversiteleri ile rekabet misyonuyla donatmak değil, Osmanlı geçmişinin, geleneğinin ve dinin, kısacası eski zihniyetin temsilcileriyle mücadeleyi kolaylaştıracak ‘’politik ve kültürel’’ bir silaha sahip olmaktı.’’ Kuruluş felsefesi, ideolojik temellerden beslenen ‘politik’ ve ‘kültürel’ silaha dönüştürülmüş insanlar yetiştirmek hedefi olan bir anlayış vardır bugünkü üniversitelerin temelinde. 
 

 

19. Yüzyılda başlayan ideolojiler çağı, Sovyetler Birliği’nin 1989’da yıkılışı ile kapanmıştır. Türkiye’de kısaca ’altı ok’ olarak anılan ‘çerçeveyi’ ya da ‘çevrelemeyi’, artık ideologları bile savun/a/mamaktadırlar. Konu tamamen ilmî, fikrî perspektiften ele alınıp temellendirilmesi gereken bir meseledir. 
 

 

Türkiye’deki mevcut durum, temel bir paradigma değişikliğini gerektirmektedir. Türkiye’nin çağın önüne geçebilmesi için,  hedef tazelemesi gerekmektedir. Türkiye’nin yeni bir mefkûre ortaya koyarak, çağı kucaklayacak bir perspektif oluşturması gerekmektedir. Üniversitelerimizin ve eğitim sistemimizin üzerinde boyunduruk haline gelen ‘ideolojik’ yapı kaldırılmalıdır. 
 

 

Çağın idelolojik serpintilerinden kurtulmuş ve ‘özgür’, hüküm çıkarabilme kabiliyeti taşıyan, düşünen, fikreden, fikir imal edebilme kabiliyeti taşıyan insan hedefli bir üniversite düzenlemesi yapılmalıdır. Tüm rektör atamalarında bu idealler, birer kriter olarak konulmalı/istenmelidir.  
Biz buna kısaca ilim temelli yeni bir üniversite ve maarif sistemi diyoruz. Dünyanın 4. nesil üniversitelere doğru evrildiği bir çağda, mevcut yapısı ile üniversitelerin Türkiye’yi idare, sistem, ilim ve en önemlisi zihniyet olarak  taşıma kapasitesi bulunmamaktadır. Mevcut şartlar altında bu dünya da ilim yapıl/a/mayan, teknoloji üretemeyen ülkelerin ayakta kalması mümkün değildir. İlim/bilim yapmanın lokomotif gücü üniversitelerdir. Çağın önüne geçebilmek,ancak ‘bilgi’ ile mümkündür.

 

Bunun da yolu, insanlarımızın akıl yürütüp, fikir üretebilecekleri, hür kürsülerin olduğu, paradigması, perspektifi ve zihniyeti yenilenmiş ‘üniversiteler’ kurmaktan geçmektedir. Mesele temelden yapılandırmayı gerektirmektedir. Bilinenlerin tekrar edildiği dogmatik yapılardan değil.  
Bu ıslah/reform Türkiye için bir beka meselesidir.

 

 

Elan ülkemizdeki rektör atamalarını hangi saiklerin yönlendirdiğini, doğrusu bilmiyoruz. Dünya ile rekabet edebilecek, insanlarımızın hayırda yarışabileceği, medeniyet perspektifimizi taşıyan, bizi bir üst lige taşıyacak üniversite ıslahı, elzem hale gelmiştir.  Türkiye’nin bunu başarabilecek ilmî ve insanî kapasitesi mevcuttur.
 

 

Üniversite sistemimizde mutlaka sorgulama/hesap sorma/ hesap verme mekanizmaları oluşturulmalıdır. Ülkemiz ancak bu yolla, ilim burcuna bayrağı dikebilecek Ulubatlıları  çıkarabilir.   
Bu devrin idare ve ilmiyesine düşen, gençliğin eline ilim bayrağını vererek, dikeceği burçlarla önündeki engelleri kaldırmaktan ibarettir. 
Sağlıcakla kalın.