Cankurtaran önceleri hafızamda ambulans olarak yer etmişti. Film sahnelerinden kalma siren çalarak bir yetişme ve kurtarma hafızası oluşturmuştu bende. Oysa hikâyemize konu olan Cankurtaran, hayata yetişme ve geleceğini kurtarma hikâyelerinin yazıldığı gerçek bir sahne adı olarak İstanbul’ da bir semt adı idi.

Sade bir semt adı mı?

Klasik İstanbul zamanlarına dair tüm yaşanmışlıklara ev sahipliği yapmış hayatın ta kendisi. İşi, aşı, yolcusu, yoldaşı, mahallede arkadaşı, komşulukta derttaşı, ahbablıkta sırdaşı her şeyi ile insan hikâyesi yazılan bir semtin adı idi Cankurtaran.

1982 yılı haziran ayı idi. Yozgat’tan üniversite sınavı için bir tren yolculuğu ile İstanbul’a geldim. Rahat ve temiz bir seyahat olduğuna dair bir iz kalmış hafıza ve   hatırımda.

Trenle Anadolu yakasında son istasyon olan Harem’e sabah çok erken bir vakitte  geldim.  Sirkeci’ye geçmek için trenden inip hemen arkada yer alan iskelede hazır bekleyen vapura bindim. İlk dikkatimi martılar çekti. Kendilerine has sesler çıkararak vapura, yolculara doğru dalışlar yaparak uçuyorlar. Adeta yolculara havadan kanatlı mihmandarlık ederek,  bir başka alemin kapısını açıyorlardı. Anlatılamayan ama yaşanan.

Yarım saattan az fazla süren bir vapur yolculuğundan sonra  Sirkeci’ye vardım. Şimdi rahmetli olan ve o zamana kadar hayatımda hiç karşılaşmadığım makinist teyzeoğlunu bulmak üzere  o meşhur tarihi Sirkeci Gar’a çıktım. Sayısını hatırlamadığım belki sekiz, belki de on tren, peronlara yanaşık vaziyette idi. Peronlar içinde yolcu indiren bindiren bir sürü baliyö treni vardı. Hepsinin de rengi Yeşilçam filmlerinden de hatırlayacağımız gibi alt tarafı kırmızı, üst tarafı beyaz. Yolcularını indirdikten sonra boş kalan vagonların kapısını tek tek kapatarak trenini parka hazırlayan bir demiryolcu dikkatimi çekti. Belki de çeken şey akrabalıktı. Ya da kan çekmek mi diyelim.

Yaklaşıp kendisine aradığım ismi biraz da kendisi olmasını hissederek/umarak söyledim. Az durup dikkatlice sebebini sordu. Kendimi tanıttım. Biraz daha dikkatle süzdü. Sıcak ve espirili bir karşılama yaptı bana.  Hoş geldin etti. Sarıldık. Sonraki sefer saatine kadar makinistlerin  dinlenme bölümlerine geçip, birlikte  çay ile kahvaltı ettik. Bir kaç saat geçti. Öğle sularında sefer saati gelince birlikte makinist bölümüne bindik. Cankurtaran hikâyemiz seferle birlikte banliyö treninin makinist bölmesinde başlamış oluyordu.

Sirkeci’ den sonraki ilk istasyon idi Cankurtaran. Akrabanın evleri istasyona varmadan hemen yolun kenarında. Bir kapı önünde oturanları görünce yavaş giden treni biraz daha yavaşlattı. Söylediğini yaptım teyzeoğlunun ve işareti ile ceketimi pencereden aşağıya bıraktım. Hemen yolun karşısında klasik ahşap bir Cankurtaran evinin önünde oturanlardan bir kalktı ve hareket   etti. Ceketi almak için yürüdüğünü gördüm. Karşılıklı el sallayarak birbirimizi onayladık.

Biz ise Halkalı’ya doğru yolumuzun geri kalan kısmını tamamlamak üzere tren seferimize devam ettik. İçinde makinist hikayelerinin fazla olduğu bir sohbet yaptık yolculuğumuz boyunca.

 ‘’Tek makinist olarak bir istasyonda beklerken kırmızı ışığı unutup geçsen ne olur?’’ diye sordum. O da ‘ne olur’un denemesini yaptı. Treni yavaşça hareket ettirdi. Raylar üzerinde o zaman için var olan bir mekanik mekanizma treni durdurdu.  

 O seferi, beklemelerle birlikte 3 saat kadar bir sürede tamamlayarak döndük. Sonra Sirkeci istasyonundan bir başka banliyö trenine yolcu olarak binip akşam üzeri Cankurtaran’a geldik.

Bir hafta kadar kalacağımız Cankurtan’a misafirliğimizin ilk akşamı başlamış oluyordu.

O bir hafta içinde köyü, kent, akrabaları onlar sordu ben anlattım. Daha sonra sıra ev sahiplerimin anlatımlarına geldi.

Yeşilçam jönlerini, film  çekimlerini, film çekerken bazan köşe başından karşılarına çıkan, bazan da bir sahne için birden eve giren sinema oyuncularına dair hikâyeleri, kaldığım ev ahalisinden çokça  dinledim.

Çevreyi, muhiti, şehrin havasını ve hikâyesini akrabalarımın gözünden ve sözünden  büyük bir alaka ile dinlemeye devam ediyordum. Bende dinmeyen ve Cankurtaran ile hayat bulan bir İstanbul merakı ve heyecanı vardı. Akrabalarda ise tükenmeyen bir tanıtma ve bana İstabul’u Cankurtaran penceresinden anlatma isteği.

 1978’ de  ilk okuduğum Huzur Sokağı ile de hafızamda bir özdeşlik kuran Cankurtaran; bana pek samimi, içten ve yüreğime sinen bir hikaye parçası olarak geldi.

Huzur Sokağı ve  Yeşilçam’a bir çok filmde dekorluk eden Cankurtaran, birden bire benim hayat hikayemde bir dekor halini aldı. Epey eski İstanbullu olan ev sahiplerim ve hafızamın bana öğrettikleri ile bir İstanbul gezisine başladım. Perşembe günü geldiğim İstanbul’da Cumayı Sultanahmet’te kıldım. Ayasofya’yı adeta tarihte yolculuk yaparak gezdim. Topkapı Sarayı ziyaretim ise bana tarihi şahsiyetlerimizle özdeşleşen hafıza tazelemesi gibi geldi. Hemen her padişaha ait hatıralar. Tarihin yaşandığı ve yazıldığı mekanları ziyaret  zihni bir yenilenme ile geçti benim için.

 Eminönü Yeni Camii ve Mısır Çarşısını gezerek gördüm. Meşhur Tanzimat Fermanının okunduğu Gülhane Parkını dolaştım.

Bir akşam, sonraları epeyce meşhur bir televizyoncu olan(M.A.E.)  şimdilerde yıldızı sönen bir ismin sunumuyla faaliyet yapılan o zamanın şehir etkinliği Gülhane Konserlerinden bir kesit izledim. O konserde program ve sanatçıları takdim eden sunucunun, ‘Sizi Kasımpaşalılar’ diye yaptığı bir espiri kalmıştı. Sonraki yıllarda bir Kasımpaşalının bu ülkenin hikâyesini yazması ile Kasımpaşa, benimle birlikte  bütün memleket için bilinen bir istisnaî semt adı olacaktır.

 İmtihana gireceğim Yedikule Lisesi’ ni görüp, yerini öğrendim.  Nihayet takip eden Pazar günü imtihana girip, asıl işimi tamamladım. Gezilerime 4 gün daha devam ettim.

Şairin ‘sade bir semtini sevmek bile bir ömre bedel’ dediği hayatımıza bambaşka bir ufuk, gönlümüze neş’e katan ve Cankurtaran’ı mesken tutan İstanbul gezimiz devam ediyordu.

Eminönü meydanına inip Haliç boyundan geçen bir otobüse binerek Eyüp Sultan’ı ziyaret ettim. Sonraki bir gün yine Eminönü meydanına inerek Denizyollarının şehir işletmesinde çalışan bir vapurla Anadolu ve Rumeli Kavağına gittim. Halen tadı damağımda olan, meşhur balık ekmeklerini yedim. İskeleye yanaşan Şehir Hatları İşletmesine ait vapurlarla kalabalıklaşan martı sesleri, seyrine doyulmayan deniz ve boğaz manzarası eşliğinde yediğim balıkla adeta  ‘İsanbul’u gözlerim kapalı’ dinlemeye başlamıştım.

İstanbul Sultanahmet Meydanından yürüyerek yirmi dakikada varılabilen, Sarayburnu sahilinin hemen üstünde bir semt olarak Cankurtaran, bana evsahipliğinin bütün ikramlarını yapar olmuştu.  

Komşulukların her yönü ile yaşandığı, hayatların her türlü renk ahenginin iç içe geçtiği bir semt olarak Cankurtaran,  bir çok Yeşilçam filminin çekimine ev sahipliği yapmış.

Bütünüyle eski İstanbul evlerinden oluşan bu mahalle bir şekilde korunarak günümüze ulaşmış.Böylesi tarihi ve kültürel halleri ile Yeşilçam yönetmenlerine ilham vermiş.

İmgelerimize bir çok film ile işlenmiş.

Türk sinemasının hemen bütün emektar oyuncularının yolu, doğal bir Yeşilçam film platosu olan Cankurtaran’dan geçmiştir.

Merhum oyuncu Erol Taş’ın Kıraathanesi bir meşhurun, meşhur bir mekanı olarak, Cankurtaran sakinlerinin uğrak yeri idi.

Gezerek gittim. Gördüm. Oturdum çay içtim. Kendisini filmlerden hatırladığımız o meşhur beyaz gömlek, siyah yeleği ile kıraathanesinde idi. Türk filmlerinin belkide bu en iyi ‘kötü adamını’ birden orada karşımda görünce ne kadar  şaşırdığımı, kendisini epey dikkatlice incelediğimi, hemencecik burada söylemeliyim.Kıraathanesinde kocaman bir de resmi vardı.

Yeşilçam’ın bir çok film yönetmeni Cankurtaran tarihi semt platosunda, mutlaka bir filme imza atmıştır.

Evlerin nerede ise tamamı bitişik nizam ve iç içe. Böylelikle hayatında iç içe geçtiği bir semt. Sonraki günlerimi Cankurtaran sokaklarını daha yakın gezerek,  tanıyarak geçirdim.

Dar sokakların olduğu mahalle de, karşılıklı pencerelerden sohbet eden kadınlar, sokak aralarında oynayan çocuklar, sundurmaların altında azıcık kalan gölgelikte gölgelenen yaşlılar hafızamda hatırlanası bir  şehir ve semt  imgesi bıraktı.

Cankurtaran klasik özelliklerini yitirmemiş bir semt. Eski ve o ahşap yapısı ile bize eski zaman hayatını her yönü ile hatırlatan, hatta yer yer yaşatan bir semt oldu. Komşulukları, mahalle arkadaşlıklarını, dayanışmaları, dertleşmeleri hatırlatan bir yer.

Cankurtaran sokaklarında yürürken, kendimi zaman zaman tarihin tozlu yollarında egzotik bir yolculuğa çıkmış gibi hissediyordum. Hatır ve hayalimde okuduğum Abdullah Ziya Kozanoğlu romanlarının geçtiği mekanlar gibi geliyordu.

Tarihin tüm yaşanmış hikayelerine bir yenisinin eklendiği bu semtte, içe işleyen, ama insan huzur veren bir sükunet hakim idi.

Benim hayat ve hayal sahnemden böylece bir Cankurtaran geçti.

1992’den sonra bir daha bu semte hiç gitmedim.

Cankurtaran’ın son halini de bilmiyorum. Belki de değişen halini bilmek istemiyorum.

O hikayelerle birlikte kendimden de bir hikâye yazdığım Cankurtaran’ın yerli yerinde duruyor olmasını umuyorum.

Nice güzel hikâyelerin yapıcısı ve yazıcısı olmak dileği ile.

Sağlıcakla kalın.