Osmanlı Devletinin son zamanlarında  başlayan Batı kaynaklı değişim hareketleri ile ülkede mevcut olan siyasi, toplumsal, ekonomik, askeri ve dini yapıya karşı bir başkaldırı hareketi başlatılıyordu. Buna öncülük yapanlar ise  Osmanlı’nın içindeki gayr-i  müslimler, dönmeler ve batıda gördükleri eğitim süresinde onların ilim ve sanatlarını almaları gerekirken cuntacılık ve cemiyetçilik öğrenerek dönen yarı aydın kimselerdi. Devlet bunları  ilim ve fen öğrenerek Osmanlının kalkınmasına öncülük etmesi için gönderirken, onların büyük bir kısmı komiteci ve darbeci olarak dönüyorlardı.

        Osmanlının batıya eğitim için gönderdiği bu öğrenciler kendi milli kimlik ve inançlarına sahip olarak özlerini korumaları gerekirken dinde lakayt, batı hayranı olarak dönmüşler, böylece milliyetleri olan İslamiyet’ten de uzaklaşmışlardı. Öyle ki; bunlar yurda döndüklerinde kendi kökleri ile kucaklaşmak yerine gayr-i Müslimler ile işbirlikçi olacaklardı.  Halbuki biz büyük bir Millet ve Evrensel bir din olan İslamiyet’in mensupları idik. Biz her zaman ‘’biz’’ olarak kalmalı idik. Tarihimize, medeniyetimize ve dinimize ihanet edemezdik. Biz bu cepheyi terk edip de ‘’ehl-i küffarın’’ tarafına geçersek yeryüzünde bizim temsil ettiğimiz din, kültür ve medeniyet nereye gidecekti? bunlara kim sahip çıkacak, kim yaşatacaktı?  Atalarımızın yeryüzünde asırlardır dalgalandırdığı bağımsızlık bayrağını ve İslam sancağını kime bıracaktık. Şanlı tarihimizi ve medeniyetimizi batının kokuşmuş ahlaktan, insaniyetten ve İslamiyet’ten uzak sapkın inanç ve düşüncesi ile mi değiştirecektik? Yarın, bu inanç ve bağımsızlık uğruna haçlılar ile mucadele ederek binlerce şehit veren atalarımızın huzuruna gittiğimizde onların yüzüne nasıl bakacaktık? Onlar bize ne diyecekti?  Yüce Allah kitabında: ‘’İslamiyet yücedir, hiçbir şey O’ndan yüce olamaz’’ demiyor muydu?

       Bizden olmayanlar ve bizden olup da ihanet edenler bir araya gelerek bizi yıkmaya ve bizden olan her şeye karşı darbe yapıyorlardı. Darbe zaten bir şeyi dövmek, hırpalamak, zorla yıkmak ve parçalamak anlamlarına geliyordu.   Hakkın batıla galip gelmesi hak olandı, adil olandı, doğru olandı. Çünkü ‘’Hakkın hatırı âli idi hiçbir hatıra feda edilemezdi’’ Biz ve bizden olanlar bunun mücadelesini veriyorduk. Fakat darbeciler ise bu değerleri reddederek, bizden olmayan, bize yabancı ve düşman olan küfr’ün emperyalist, materyalist ve lasizm inancı ile bize ait olan bütün değerlere darbe vuruyorlardı. Batı ise içimizdeki hainlerle işbirliği yaparak bin yıllık intikamı almak peşinde idi. İçimizdeki hainler ve ahmaklar ise Haçlı zihniyeti ile işbirliği yaparak kendi ‘’ ulu’l-emri’’ olan Sultanlarının yakasından yapışıp tahttan indiriyordu. Kendi Müslüman kardeşinin boğazına basarak öldürülmesine yardım ediyordu.

        Sultan Abdulhamit’e yapılan darbeden kısa bir süre sonra Balkanları bir, bir kaybediyorduk. Darbecilerin işbirliği yaptığı haçlılar  Osmanlı toprağı ve tebası olan ülkeri  bir, bir, işgal ediyorlardı. İslam Halifesi olan Abdulhamit’in şahsına yapılmış gibi gösterilen darbe, aslında bütün Müslümanlara yapılmıştı. Darbe ile Hilafeti ve Saltanatı zayıflatmışlardı. Bu darbeden yaklaşık on ile yirmi yıl arasında üç kıtada hüküm süren Osmanlı devleti parçalanacak Anadolu’ya sıkışacaktı. Bizdeki darbe geleneğine baktığımızda darbenin sadece lidere karşı yapılmadığını; esas darbenin millete ve milleti millet yapan kutsal değerlere karşı yapılan büyük bir ihanet ve saldırı olduğunu görmekteyiz.

       Darbeciler henüz darbe yapacak güce ulaşamadıkları dönemlerde Sultan Abdülhamit’e su-i kast düzenliyorlardı. Bu su-i kastta başarısız olmuşlardı. Bu olaydan sonra da Sultana karşı saldırılar devam etmiş, Ermeni ve Rum azınlıklar başta olmak üzere çeşitli komplolar ile halk Padişaha karşı kışkırtılmış ve anarşi ortamı hazırlanmıştır. 31Mart olayları diye tarihe geçecek olaylar ile Padişaha darbe yapılmıştı. Bu darbe ile içimizdeki hainler ve dönmeler, Yahudi, Ermeni ve Rum’lar ile işbirliği yapıyordu. 

       Osmanlı’da toplama, dönme ve sürgün yeri olan Selanik merkezli darbede Hareket Ordusu başı çekiyordu. Hareket Ordusu Selanik’ten hareket ederek İstanbul’a geliyor ve Padişahı düzmece ithamlar ile tahttan indiriyordu. Yerine kendi atadıkları kimseleri yönetime getiriyorlar, kukla bir yönetim kuruyorlardı . Bu ihanet ve darbeden sonra Osmanlı Devleti hızla çöküşe geçiyordu. Darbe İslam halifesine, Osmanlı Sultanına ve İslam Milletlerine karşı yapılmıştı.

         Bu darbeyi destekleyen ve gerçekleştiren haçlı zihniyeti kısa süre içerisinde Osmanlıyı parçalamış ve Selanik’ten hareket eden Yunan Ordusu bu sefer Anadolu’yu işgale başlamıştı. Anadolu’yu işgalden kurtarması için Padişah’ın görevlendirdiği kimseler bu sefer de hem devleti ele geçiriyor hem de Sultan Vahdettin’e darbe yapıp, sürgüne gönderiyorlardı…

Cumhuriyet Döneminde Darbe

    Bu darbelerden sonra yeni bir devlet kurulmuştu. Kurucu mecliste Devletin temel esaslarının ne olacağı tartışılıyordu. Meclistekilerin kahir ekseriyeti devletin temel esaslarının Din-i Mubin-i İslam’a uygun olmasını istiyor, yapılacak olan düzenlemelerde İslamiyet’in temel esaslarına aykırı,  ters düşecek kanun ve uygulamalardan uzak durulması konusunda fikir birliği oluşmuştu. Çok azınlık bir kısım ise buna karşı çıkıyor dine ait ne varsa her şeyi kaldıralım, hatta din dahil her şeyi değiştirelim diyordu. Bu  azınlıkta olanların istedikleri değişiklikleri ve devrimleri yapabilmek için ‘’kurucu meclis’’  fesh edilmişti.  

    Kurucu Meclis olan birinci meclisi feshinden sonra yapmak istedikleri devrim yasalarını onaylayacak kişilerden oluşan meclisi kurmuşlar, yönetimi ele geçirmişlerdi. Böylece hızlı bir şekilde devrimlere başlanacak yaklaşık, on yıl içerisinde kendilerine Lozan’da dayatılan devlet yönetimini belirleyeceklerdi. Kendi yönetim şeklini benimsemeyenleri ise İstiklal Mahkemelerinde yargılayacaklardı. Bediüzzaman  bu yönetim anlayışını keyfî, küfrî ve cebrî  yönetim tarzı  diye tanımlıyacaktı.  Bu yönetim tarzı seçimlerde açık oy gizli tasnif şeklinde 1950 yılına kadar tek partili sistem olarak devam edecekti. Milletin hafızasında ise bu halk fırkası yönetimi, ‘’tek adam’’ ve ‘’ikinci adam’’  dönemi olarak kalacak nesilden nesile hep nakledilecekti.

      Ülkemizde çok partili döneme geçildikten sonra 1950 yılında yapılan serbest seçimle rahmetli Adnan Menderes başkanlığındaki Demokrat Parti  halkın büyük bir teveccühü kazanır, başbakan olur. Böyleye Cunhuriyet tarihinde halkın serbest iradesi ile seçilen ilk Başbakan olur. Bu da bize şunu göstermiştir ki; daha önceki dönemlerde de serbest seçimler yapılsa idi Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası başkanı Rahmetli Kazım Karabekir Paşa da halkın büyük bir teveccühü ile seçilebilecekti. Siyasi anlayış olarak benzer inanç ve düşünceye sahiptiler. Kazım Karabekir Paşa da bu darbeci zihniyetten çok çekmiş, ömrünün bir kısmını ev hapsinde geçirmek zorunda kalmıştı. Darbeci tek parti döneminde pek çok insan düzmece İstiklal Mahkemeleri kararları ile ya idam ediliyor ya da sürgünde çile ve ızdırap çekerek en ağır şekilde cezalandırılıyordu.

       Menderes 1954 ve 1957 yıllarında yapılan seçimlerde de tek başına iktidar olur. 1961 yılında yapılacak olan seçimlerde de yine tek başına iktidar olacağını düşünen Halk Fırkası ve yandaşları Demokrat Partinin Ezanı ve Kuran’ı serbest bırakmasını, din ve vicdan hürriyetine önemseyen uygulamalarını bahane ederek  ‘’İRTİCA’’ yaygaraları ile yıkıcı bir şekilde darbenin alt yapısını hazırladı.  Ordunun içindeki bir grup cuntacı tarafından darbe ile Menderes’i ve arkadaşlarını darbe ile devirdiler.

        Darbe yine ‘’İRTİCA’’ bahanesiyle Türkiye’deki İslamî gelişmelere karşı laisizm adına yapılmıştı. Darbeciler daha önce görülmedik bir zulümle  Başbakan Adnan Menderes’i, Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu’yu ve Maliye Bakanı Hasan Polatkan’ı darağacında asıyorlardı.

      Darbeciler yaklaşık 10 yıl sonra yine ordu içindeki cuntacılar ile işbirliği yaparak 12 Mart 1971 yılında ‘’İRTİCA’’ bahanesi ile mevcut yönetime karşı yıkıcı propogandalar ile darbe ortamı hazırladılar. Fakat bu sefer mevcut hükümeti yıkarak yerine kendi istedikleri kişileri bakan ve başbakan yaptılar. Uydu bir hükümet oluşturdular. Bu darbe girişimi de  tarihe 12 Mart Muhtırası olarak geçecekti.

       Ordu içindeki darbeciler ABD ve NATO’nun da desteğini alarak 12 Eylül 1980 yılında bu sefer de ‘’bölücü terör örgütleri’’ bahanesiyle;  solcular, sağcılar ve irticacılar diye üç grubu hedefe koymuşlardı. Darbeye ortam hazırlamak için sıkıyönetim ilan edilen yerlerdeki sokak olaylarına müdahale etmeyen ordu yüzlerce genci göz göre, göre birbirine kırdırmıştı. 11 Eylül’deki sokak olayları 12 Eylül’de bıçak keser gibi kesilmişti. Bir gün önce sivil iktidarın kendisine verdiği görevi yapmayan ordu ertesi gün sokak olaylarını  bitiriyordu. Darbeyi CIA’nin Türkiye Şefi olan Paul Henze, ABD Başkanı Jimmy Carter’a “bizim çocuklar başardı” diye haber vermişti. Bizim çok acı olan bir şey var ki, o da; Amerika’nın çocukları bize ‘yöneticilik’ yapıyorlardı.

        1990’lı yıllarda gelindiğinde ise daha önceki yıllarda tanklarla yönetime el koyan darbeciler 1995 yılında Refah Partisinin en fazla oy olarak birinci parti olması ve Refah Yol hükümetinin kurulmasından sonra bir yerlerden düğmeye yeniden basılmıştı. Ülkede yeni bir ‘‘İRTİCA’’ bahanesi ile karalama tezgahları başlatarak hükümeti çalışamaz hale getirdiler.  Yine ordu içindeki darbeciler ve sivil uzantıları emperyalistlerle işbirliği yaparak darbenin alt yapısını irtica bahanesi ile oluşturdular ve 28 Şubat 1997 yılında hükümet istifa etme zorunda kaldı. Kendi istediklerini yeni bir hükümeti kurdurdular.  Bu olay da siyasi tarihimize 28 Şubat Post modern darbesi olarak geçti.

       28 Şubat Paşaları yaptıkları bu darbeyi  bir yıl değil bin yıl devam edecek diye beyanatlar veriyor, siyasilere ve topluma psikolojik baskı uyguluyorlar, korku salıyorlardı. Bu baskılar 1999 yılında hat safhaya çıkmış, işi; hâşâ Allah’ın Kudretine müdahale edecek  şekilde, İslam’a ve Kur’ana açık bir şekilde hakarete vardırmışlardı ki; Gölcük Depremi darbecilerin maddi ve manevi bütün cesaretini kırıyordu. Bu tarih ülkemizde darbecilerin ‘‘İRTİCA’’ yaygaraları kopartarak siyasete müdahale etme ve Müslümanları inançlarından dolayı  hizaya çekme dönemleri açısından bir dönüm noktası olmuştur. Bu tarihten sonra yurt içinde bunlar ne yaptılar ise hep geriye gitmişler bir daha toparlanarak baş kaldıramamışlar, ‘başları’ Marmara’nın derin sularında ibret için kalmıştır.

        15 Temmuz Darbesi ise; mevcut ve meşru hükümete ve devlet kurumlarına karşı 15-16 Temmuz 2016 tarihinde akşam saat 10  civarlarında başta Kahraman Ordumuz içindeki cuntacılar olmak üzere emniyet, yargı, eğitim gibi her kademedeki devlet kurumlarının içerisine sızmış organize bir grup olan FETÖ/PDY mensupları tarafından başlatılan bir darbe girişimidir.  

          Bu yazımızda genel olarak Osmanlı’nın son döneminde başlayarak günümüze kadar devam eden darbeleri ve darbe girişimlerinden bahsettim. Bu yazının ikinci bölümünde ise 15 Temmuz Darbe Girişimi ve perde arkası ile ilgili düşüncelerimi sizler ile paylaşacağım. 15 Temmuz’da görüşmek üzere…

                                              …ve minellâhi’t-tevfîk.