Hristiyanlık, Filistin bölgesinde Hz. Musa’dan sonra Yahudilere yeni bir din ve yeni bir kitap ile gönderilen ilahi dindir. Yahudiler Hz. Musa’dan sonra Hz. İsa’nın peygamberliğini kabul etmedikleri gibi O’na karşı cephe alarak mücadele yolunu seçiyorlardı. Bu reddetme onları Hz. İsa ile birlikte bu yeni dine karşı da düşmanca tavırlara sevk etmekteydi.

        O dönemlerde Anadolu ve Filistin bölgesinde hüküm süren Bizans ise Putperest olduğu için İlahi dinlerden hiç birisini kabul etmiyordu. Hz. İsa ilk yıllarında kendisine iman eden birkaç Havarileri ile birlikte gizli, gizli buluşarak kendisine vahy olunan Allah’ın ayetlerini öğretiyordu. Ahd-i Atik olan Tevrat’tan sonra bu yeni ilahi kitabın adı Ahd-i Cedit oluyordu. Daha sonraki dönemlerde İncil diye isimlendirilecekti.

Hz. İsa ve Çarmıha Gerilme Olayı

       Yahudiler; yeni bir dinin doğmasından ve gelişmesinden rahatsız olmaktaydılar. Bölgelerindeki  Roma Valisine;  son zamanlarda kendisinin peygamber olduğunu söyleyen Meryem oğlu İsa’nın etrafında İnsanların toplanmaya başladığını,  farklı bir din ve inanış getirdiği söyleyerek şikayette bulunurlar. Tedbir alınmaz ise, ileride kargaşa ve anarşiye sebep olabileceği endişesini taşıdıklarını söylerler. Böylece Roma Valisini Hz. İsa ve havarilerine karşı harekete geçmesini sağlarlar.   

       Kendilerine karşı kurulmakta olan bu oluşumdan haberdar olan Hz. İsa ve Havarileri mağaralara sığınmak suretiyle gizli, gizli tebliğ faaliyetlerine devam ederler. Yahudiler gizlendikleri yerleri  tesbit etmek ve Onları yakalatmak amacı ile bir plan kurarlar. Buna göre kendilerinden olan Yahuda iman etmiş gibi gözükecek, Havarilerin içlerine girecek bir müddet onlar ile yaşayacak, yerlerini tespit ettikten sonra Roma Valisine ihbar edeceklerdi.

       Yahuda bulundukları yerleri tespit ettikten sonra durumu Roma Valisine bildiriyorlar. Vali, askerlerini alarak Yahuda’nın öncülüğünde mağaraya baskın yapıyor. Bu ihanet planı üzerine Allah kulunu yalnız bırakmamış, durumu Cebrail(as) ile Hz. İsa’ya bildirmiş ve  O’nu yanına almıştı. Yahuda önden mağaraya girer fakat kimseyi bulamaz. Arkadan gelen askerler ise İsa diye Yahuda’yı yakalayarak Valiye getirirler. Her ne kadar kendisinin İsa olmadığını, Yahuda olduğunu söylese de yüz şekli mucize olarak Allah tarafından İsa’ya benzetildiği için inanmazlar ve ceza olarak çarmıha gererler. O günden, bu güne devam edegelen Haç işareti ile temsil edilen ve Hz. İsa’yı çarmıha gerilmiş gibi gösterilen olayın aslı bu şekildedir.  Allah kulunu hainlerin ihanetine bırakmamıştı.  

      Hristiyanlık tarihindeki ‘’çarmıh’’ olayından sonra havariler Filistin bölgesinden ayrılarak Suriye üzerinden Hatay ve Tarsus bölgelerine gelirler. Buralarda da dinlerini yaymak için büyük çaba gösterirler. Roma yöneticileri tarafından buralarda büyük zülüm ve işkence görmeye devam ederler. Çarmıh olayı Hz. İsa’nın kutsal kitabı İncil’i ümmetine tam öğretme ve yerleştirme imkanını ortadan kaldırmış oluyordu. Bundan dolayı başta havariler olmak üzere sonraki dönemlerde Hristiyan din adamları tarafından İncil yazılı bir metin haline getirilmiştir. Bu durum yüzlerce farklı İncillerin ortaya çıkmasına sebep olur.  

Roma Devletinin Hristiyan Olması

       Miladi 300 yıllarına gelindiğinde ise Roma yöneticileri bunların zararlı şeyler öğretmediğini görmüşler ve belirli bir rahatlama sağlamışlardı. Bunun devamı olarak miladi 313 yılında Roma tarafından Hıristiyanlık serbest bırakılıyordu. Romalı yöneticiler, Hristiyanlık inancında birliği sağlamak için 325 yılında İznik’te bir konsül toplayarak Hristiyan din adamlarının ‘doğru İncil’ üzerinde anlaşmalarını isterler. Yapılan çalışmalar sonunda din adamları dört tane İncil üzerinde anlaşırlar. Bunlar Matta, Markos, Yuka, Yuhanna tarafından yazılan İncillerdir.  Daha sonraki yıllarda bir de Barnaba İncil’i eklenir ve Hristiyanlık bu beş  İncil ile devam  eder. İncil’de birlik sağlanamadığından Hristiyanların  kendi içlerinde oluşan derin ayrılıklar onları mezhep savaşlarına kadar götürmüştür.

       İznik Konsülü ile Hristiyanlık belirli ölçüde sistematik bir yapıya kavuşuyor ve bu dinin devletin resmi dini olma alt yapısını da oluşturuyordu.  Avrupa’ya doğru yapılan kavimler göçü ile Cermen ırkı arasında Hıristiyanlık hızla yayılır. Anadolu topraklarında da hakim bir inanca dönüşen Hristiyanlık Miladi 380 yılına gelindiğinde Roma’nın resmi dini olarak kabul edilir. Hristiyanlık bu tarihten sonra Roma’nın gücüne paralel olarak hızla gelişiyor ve Orta çağda dünya dini haline geliyordu.

     Hristiyanlık Dininin elde ettiği bu siyasi ve dini güç her alanda kendini göstermekteydi. Bizans bütün kurumları ile Hristiyan bir devlete dönüşüyordu. Devletin sınırları içerisinde bu dinin kutsallarından olan Kiliseler hem Hristiyanlığın hem de Bizans’ın gücünü göstermekteydi.  Bizans’ın başkenti olan Konstantin’de yükselen Ayasofya Kilisesi yeryüzünde Hristiyanlığın ve Bizans’ın gücünün simgesi kabul ediliyordu.  Bir kiliseden daha çok Hristiyanlığın ‘’Kutsal Mabedi’’ konumunda idi. Dünyanın başkenti olan Konstantiniyye’den Hristiyanlığın Dünyadaki   hakimiyetini temsil ediyordu.

İslam Dininin Doğuşu

      Hz. İsa’dan 610 yıl sonra Mekke’den yeni bir Peygamber ve yeni bir din doğuyordu. Hz. Muhammed(sav) kendisinden önceki Musa ve İsa peygamberler gibi diyordu ki: ‘’Ben Abdullah oğlu Muhammed;  Allah tarafından sizleri uyarmak için gönderilen bir elçiyim’’ Bu elimdeki kitap ise Tevrat ve İncil gibi Allah’ın kitabıdır. Bu din benden önce gönderilen Yahudilik ve Hristiyanlık dinlerinin tamamlayıcısı ve sonuncusudur. Ben ahir zaman peygamberiyim diyor; öncekileri reddetmiyordu.

       Hz. İsa İncil’de ümmetine kendisinin gideceğini, arkasından ‘’faraklit’’ yani kurtarıcının geleceğini ona tabi olmalarını ve isminin de Ahmed olacağını müjdelemişti. İşte beklenen ‘’Müjdeci’’ gelmişti.  Hristiyanlar kurtarıcının kendi içlerinden çıkmasını bekledikleri için benimsememişlerdi. Kendilerine göre zayıf ve hakimiyet ve gücü olmayan bir toplumdan peygamber çıkmasını kabullenemiyorlardı.  Bu ve benzeri sebeple önemsememişler ve inkar etmişlerdi.

      Doğudan çıkan bu güneş kısa zamanda hızla yükselecek, yükseldikçe etki alanı aratacaktı. Onlar da biliyorlardı ki; güneş hep doğudan doğmuştu. Bu güneşin nurunu bekleyen muhtaçlar o kadar çoğalmıştı ki; ahir zaman güneşinin doğma zamanı geldi diyorlardı. Papazlar bile kiliseden her gün güneşin doğudan doğuşunu izliyorlar ve ahir zaman güneşi ‘’faraklit’’in doğumu yaklaştı diyorlardı. Yeryüzü O’nun nurunu hasretti, insanlar teslisin ve kilisenin doğmalarından bıkmış; tevhide, adalete, eşitliğe ve kardeşliğe muhtaç hale gelmişti.

     Hıristiyanlık elde ettiği gücün sarhoşluğu ile Engizisyon mahkemeleri ile akla, bilime ve aydınlanmaya set çekiliyor, farklı düşünenler kilise ve papazların zulmü altına inletiliyordu. Tevhit, hak ve adalet üzere kurulu olması gereken İlahi Din olan Hrıstiyanlık kralların ve papazların hakimiyet alanına dönüşmüştü.

        İslamiyet böyle bir dönemde doğmuştu. İslamiyet; Hz. Muhammed(sav) in vefatına kadar  bağımsız bir din ve devlet olma özelliğini kazanmıştır. Peygamber Efendimiz(sav) zamanında Arap yarımadasında gelişen İslamiyet, dört halife zamanında başta İran olmak üzere, Filistin ve Suriye bölgesi İslam topraklarına dahil oluyordu. Emeviler ve Abbasiler döneminde ise Irak, Mısır, Maveraünnehir ve Horasan bölgeleri İslam topraklarına dahil oluyordu. Abbasiler döneminde büyük bir güç ve Medeniyet dönüşen İslam Dünyası elde ettiği ilim ve fen ile batıyı etkiliyordu.

       Abbasiler ile birlikte bu  bölgelerdeki milletlerden olan Türk’lerin İslam dinini benimsemesi ile Müslümanlar yeni bir güç ve anlayış kazanacaklardı. İlk Türk ve Müslüman devletlerden sonra Büyük Selçuklu Devleti ile İslamiyet batıya yönelecekti. Anadolu’nun önünde Bizans bir sur gibi duruyor, içeriye girmeye izin vermiyordu. Anadolu topraklarını İslam’a açmak isteyen Selçuklu Sultanı Alp Arslan 1071 yılında Malazgirt’te Bizans orduları karşısında büyük bir zafer elde edecekti. Malazgirt Zaferi öncesi Halife Sultan Alp Arslan adına  bütün Camilerde Cuma hutbesi okutur ve dua edilir.  Zaferin kazanılması ile Türk’ler İslam’ın Kahraman bir Ordusu olma şerefine yükseliyorlardı. Anadolu’nun kapılarını İslam’a açıyordu.  

Anadolu’nun İslamiyet ile Fethi

        Batıya göç eden Türk Boyları Anadolu’nun içlerine doğru  ilerliyor, yerleştikleri yerleri yurt tutuyor, vatan yapıyorlardı. Haçlı Seferlerine rağmen Bizans geri çekiliyordu. Batıya doğru ilerleyen Türk Boylarından Osmanoğulları Ertuğrul Gazi yönetiminde Bizans’ın geçilmez denilen surlarının önlerine kadar geliyor ve buraları yurt ediniyordu. Zihinlerinin arka planında Peygamberlerinin gaybi bir mucize olarak müjdelediği ve hedef gösterdiği vasiyeti vardı. ‘’ İstanbul bir gün Müslümanlar tarafından mutlaka fethedilecek, onu fetheden komutan ne güzel komutan ve onu fetheden askerler ne güzel askerdir’’ İstanbul feth edilmeden son ilahi din olan İslam’ın ve Müslümanların yeryüzündeki hakimiyetleri tamamlanmamış olacaktı.  İlây-ı Kelimetullah davası eksik kalacaktı.

         Osmanlı Devleti ile İslam’ın yükseliş dönemi tamamlanmış, ‘’beklenen komutan ve beklenen asker’’ Konstantin ile karşı karşıya gelmişti. Fetih an meselesi idi. Ayasofya’nın çan sesleri duyuluyordu. Gönüller istiyordu ki; O muhteşem binadan yeryüzünde ve gökyüzünde  ‘’Tekbir’’ sesleri yükselsin.

      Komutan coşmuştu, askerler coşmuştu… son bir saldırı ile Peygamberleri Hz. Muhammed’in(sav) vasiyetini yerine getirecekler ve ‘’Mehmetçik’’ olduklarını göstereceklerdi.       29 Mayıs 1453  fetih gerçekleşmiş, zafer kazanılmıştı. ‘’Güzel komutan ve güzel askerler’’ hep beraber bu güzel şehir ile kucaklaşıyorlar ve şükür secdesine kapanıyorlardı. 

       Feth edilen sadece bir şehir, geçilemez denilen surlar ve yıkılmaz denilen Bizans değildi. Asırlardır Bizans’ın zulüm ve cehaleti altında ezilen bir milletin de kalbi fethediliyordu. Kıralların ve Kilisenin zulüm ve karanlığında altında hak ve hakikatı göremeyen halk İslam’ın nuruyla hidayet buluyordu. Bu güzel şehir İslam Kültür ve Medeniyeti ile yeniden imar ediliyordu. Şehir içinde yaşayanlar ile birlikte imar ediliyordu. İslambol oluyordu, İslam’ın Başkenti oluyordu.

Ayasofyanın İbadete Açılması

      İstanbul’un fethi ile  610 yılında başlayan İslamiyet maddeten ve manen  yükselişini tamamlamış dünyaya hak ve hakikat olduğunu göstermiştir. İslamiyet’in Hristiyanlık karşısındaki üstünlüğünün ve İstanbul’un bundan böyle kıyamete kadar Müslüman kalmasının bir nişanı olarak Ayasofya asli görevi olan Allah’a ibadetin merkezi yapılmıştır. Ayasofya artık ‘’Teslisi’’ değil ‘’Tevhit ‘’ inancını temsil eden bir Cami idi. Ayasofya’da okunan Ezan ile semavatı çınlatan Tekbir’ler ‘’Tevhidin’’, ‘’Teslise’’ galebesini ilan ediyordu. İstanbul’un fethi ile son ilahi din olan İslamiyet, Hrıstiyanlık’a karşı maddeten ve manen üstünlüğünü  Ayasofya’dan Dünya’ya ilan ediyordu.

        Peygamber Efendimiz Mekke’yi feth ettiğinde ilk olarak Kabe’yi etrafındaki putlardan temizliyor ve diyordu ki: Ey Bilal! çık da bir Ezan oku.  Kabe’de Ezan okunuyor ve Sahabeler sevinç gözyaşları ile secdeye kapanıyorlardı.  Aradan asırlar geçiyor, Peygamberinin İsmini taşıyan Komutan ve Askerleri feth ettikleri İstanbul’daki en büyük mabed olan Ayasofya’yı temizliyorlar. Fethin Komutanı Peygamberini örnek alarak diyor ki: çıkın ezan okuyun. Ezanlar okunuyor, salalar veriliyor, namazlar kılınıyordu. Fethin üçüncü günü Cuma namazında Hutbeyi Başkomutan Fatih okuyor, namazı da Başimam Akşemseddin kıldırıyordu.

        Büyük komutan Ayasofya’yı Camiye çeviriyor ve kıyamete kadar Allah’ın evi olarak Allah’a vakfediyor, bunun için bir vakfiye yazdırıyordu. Bu vakfiyesinde buranın kıyamete kadar Cami olarak kalmasını istiyor ve diyordu ki; ‘’Her kim hile ve desise ile Camilikten çıkartırsa; Allah'ın, meleklerin ve bütün insanların laneti üzerlerine olsun. Ebediyyen cehennemde kalsınlar, onların azapları asla hafifletilmesin ve onlara ebediyyen merhamet olunmasın. Kim bunları duyup gördükten sonra değiştirirse vebali ve günahı bunu değiştirenlerin üzerine olsun. Hiç şüphe yok ki, Allah her şeyi işitir ve her şeyi bilir. (Kur’ân-ı Kerim, Bakara Sûresi, 2/181)."

Yüce Allah Kur’an-ı Kerim’de Allah’ın mescitlerini imar edenler ile tahrip edenler hakkında şöyle buyuruyor:

Allah'ın mescidlerini, ancak Allah'a ve ahiret gününe inanan, namazı kılan, zekatı veren ve Allah'dan başkasından korkmayan kimseler imar ederler. İşte hidayet üzere oldukları umulanlar bunlardır.

Allah'ın mescitlerini, içlerinde Allah'ın isminin anılmasından meneden ve onların harap olmalarına çalışan kimselerden daha zâlim kim olabilir! İşte bunlar, oralara korka korka girmekten başka birşey yapmazlar. Bunlara dünyada perişanlık, ahirette de büyük bir azap vardır.(Tevbe Suresi17.Ayet/Bakara Suresi114.Ayet)

      Ayasofya 1453 tarihinden 1934 tarihine kadar tam 481 yıl Fatih’in vasiyetine uygun olarak Cami olarak İslam’a ve Müslümanlara hizmet etmiştir. 1934 yılında zamanın yöneticileri tarafından Allah’a, Peygamberine, Fatih’e ve bütün Müslüman’lara ihanet edercesine Ayasofya’da Ezanlar susturuluyor ve kapısına zincirler vuruluyordu.  1935 yılında ise çıkartılan bir kararname ile Camilikten çıkartılıyor ve Müze yapılıyordu.

       24 Temmuz 2020 yılında  İstanbul’da yine bir Fatih var, ve Fetih var. Ayasofya’da yeniden Ezanlar okunuyor, Salalar veriliyor, Namazlar kılınıyor. Sayın Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan’ın kararnamesi ile Fatih’in vasiyetine uygun olarak Ayasofya 86 yıl sonra tekrar Cami Olarak ibadete açılıyor.

     İstanbul’un fethini müjdeleyen ol Resule binlerce salat-ü selam olsun…

    İstanbul’u fetheden, Ayasofya’yı Cami olarak vakfeden ‘’Güzel Komutan’’a selam olsun…

    Peygamberinin müjdesi, atası Fatih’in vakfiyesi olan Ayasofya’yı 86 yıl sonra tarihine, dinine ve atalarının      mirasına sahip çıkarak açan; FATİHAN’DAN  olan, Reis-i Cumhur’a selam olsun…

     Ayasofya İslam’a ve Müslüman’lara armağan olsun…