Ruhlar aleminden, rahm-i maderden ve dünya alemi derken bir yolculuk başlamıştı. Farkında değildik, elimizde de değildi, ama bir sevk halinde idik. Bizim dışımızdaki bir irade ve kudret bu seferde ruhlar alemindeki ruhumuzla cesedimizi birleştiriyor ve bizleri yeni bir canlı olarak bu dünya alemine gönderiyordu. Âlem- gaybdan âlemi şehâdete inmiştik. 

       Bu alemdeki hayata çocuk olarak başlamıştık. Her şey çok güzeldi, etrafımızda dönenler vardı, acıkdığımızda doyuran, üşüdüğümüzde üzerimizi örten, ağladığımıza imdadımıza koşan rahmet ve şefkat meleği olan annemiz vardı, yalnız değildik, yalnız bırakılmamıştık. Bir de babamız vardı etrafımızda dönen; eşim diyordu, yavrucuğum diyordu, bize kol ve kanat geriyordu. Biz farkında değildik ama Cennet’ten bir köşede yaşıyorduk. Bu dünyada yalnız bırakılmamıştık. Demek ki bizi yaratan ve yaşatan bu dünyada da bizi yalnız ve sahipsiz bırakmıyordu. O bizi görüyor, bizi seviyor ve her türlü ihtiyacımıza cevap veriyordu.

      Çocukluk güzeldi, büyümesek hep böyle kalsak olmaz mıydı?                                                                                                                                        

      Ama hayat devam ediyordu, ben büyüyordum…

      Arkadan kardeşlerim geliyordu…

      Zaman geçiyor, devir değişiyordu… çocuklar abi ve abla oluyordu…

      Bir gün geldi ki; keşke o gün hiç gelmese idi… küçücüktüm, benim küçük bir dünyam vardı. Annem, babam, kardeşim, dedem, ninem gibi…  Ama beni uzaklaştırdılar bu dünyamdan. Nereye gidiyoruz dediğimde okula diyorlardı. Okul neydi, niye gidiyorduk, ne yapacaktım bilmiyordum. Bana sormuyorlardı zaten. Sadece iyi olan bir şey vardı, o da annem yanımda idi, yine yalnız değildim, O benim her şeyimdi ‘’annem’’di…

       Okula başlamıştım, annem de benimle gelip gidiyordu, birkaç gün bu böyle devam etti. Yine bir gün sabahleyin okula her zamanki gibi annemle gittik, beni öğretmene teslim etti ve beni bıraktıktan sonra eve döneceğini söyledi. Ben ise olmaz dedim, ağladım, ağladım… çaresizdim, dinleyen olmadı. Anne, anne dedim, O da dinlemedi, okul, okul diyorlardı.

       Birkaç gün hep ağladım, ağladım… daha küçücüktüm, sırtıma asılan çantamı bile taşıyamıyordum. Akşama kadar hep annemi özledim, babamı özledim, evimi özledim, yani yuvamı özledim. Benim için en güzel ve güvenli sığınacak yerim evimdi, annemdi, babamdı… kimse beni anlamadı, hep birden gideceksin diyorlardı. Evimden uzaktım, annemden uzaktım, içime tarif edemeyeceğim bir yalnızlık ve kimsesizlik çökmüştü. Ne olurdu annemin yanında biraz daha çok vakit geçirseydim. O beni kucaklıyordu, kokluyordu, seviyordu, bağrına basıyordu… O’nun kucağı da, kokusu da çok farklıydı, O’nun yerini hiçbir şey tutmuyordu.

      Annem evde iken bana güzel şeyler anlatırdı, benimle hep konuşurdu, benim gözümün içine bakardı, yüzü hep gülerdi. Uyuyacağımda bana ninniler söyler, dua yapardı… Allah rahatlık versin, Allah korusun derdi. Beni Allah’a emanet ederdi, ben de annem öğrettiği için âmin der, ellerimi yüzüme sürerdim. Annemle her şey çok güzeldi.  Annem bana yemek yedireceğinde, su içireceğinde hep bir şeyler mırıldanırdı, aynı şekilde sonunda da bir şeyler derdi. Anne, baba, su, gibi kelimelerden sonra ilk duyduğum ve öğrendiğim kelimeler bunlar olmuştu. Meğerse annem Bismillah, Elhamdulillah ve Allah dermiş. Babam da eve akşam girerken bir şeyler söyler, sabah çıkarken de kendisini uğurlayan anneme bir şeyler söylerdi. Böylece selamı ve Allah’a ısmarladık, Allah’a emanet olunuz kelimelerini de babamdan öğrenmiştim.  

        Okula alışmıştım, gidip geliyordum. Annemle babam artık alıştı diyorlar seviniyordu. Fakat bir şeyler bana garip geliyordu. Okulda koştururken veya oyun oynarken düştüğümde kaldırıyorlardı, üzerimi temizliyorlar, bir şey oldu mu diye bakıyorlar fakat hiç kimse annem gibi, babam gibi Allah korusun demiyordu, yine bir iş yapacağımızda Bismillah diyen yoktu, Elhamdulillah diyen de yoktu, güzel bir şey giydiğimde veya yaptığımda Maşaallah diyen de yoktu, bunların hepsi evde kalmıştı. Öğretmenimizden de anne ve babamın küçükken bana öğrettikleri  bu kelimelerden hiç duymamıştım. Ben bu kelimeleri okulda söyleyince de burası okul, bunlar evde olur demişti sert bir şekilde. Ben de okulda bir daha bu kelimeleri kullanmamıştım.  Annem ile babama bu durumu söylediğimde orası okul diyorlardı. ‘Anaokulu’ dedikleri okul ve ‘anakucağı’ diyerek uyuttukları yer ne anamın evine ne de anamın kucağına hiç benzemiyordu. Ben yalnızdım, alışamamıştım, mutsuzdum. Öyle ki beni buradan kurtarsınlar diye ağlamıştım hiç faydası olmamıştı, üstelik annem ve babam alıştı diye sevinmişlerdi.

     Zamanla sadece okula değil, artık öğretmenimize de alışıyordum. Öğretmenin öğrettikleri annemin ve babamın öğrettiklerine farklı olasına rağmen kabullenmeye başlamıştım ve şöyle diyordum: öğretmenimiz de her şeyi biliyor.  Artık öğretmenimizin söylediklerini öğrenmeye ve yapmaya başlamıştım.  Bazı günlerde şiirler ezberletiyordu onları bağıra bağıra her yerde söylüyorduk. Annem, babam ve bizim evimiz bana farklı gibi gelmeye başlamıştı. Ben öğretmenimi ve okulumu daha çok beğenmeye başlamıştım. Ben de büyüyünce artık öğretmenim gibi olmak istiyordum… O ne çok şey biliyormuş meğer?...

       Bir sonbahar günüydü. Öğretmenimizin ezberlettiği şiirlerden birisini evde bağırarak okuyordum, annem ve babam sevinsinler diye… hiç sevinmemişlerdi. Yine bir gün bir resim getirdim eve asalım diye yine sevinmemişlerdi. Namaz kılınan eve resim asılmaz, bir de namaz kılanın yanında şiir okunmaz, dikkati dağılır demişlerdi. Bu işe bir anlam verememiştim, ama ben şiiri ve resmi sevmiştim. Öğretmenimiz o ölmedi kalbimizde yaşıyor diye anlatmıştı.

      Çocuğun imtihanı başlamıştı. Anne ve babasına mı uysun, öğretmene mi? Eve mi uysun, okula mı? Okul ve öğretmen öyle olacak diyordu. Çocuk saf ve temizdi öyle olacağını düşünüyordu, öğretmeninin doğru bildiğini kabulleniyordu. Sınıftaki öğrencilere o da katılmıştı hepsi bir ağızdan ‘’öğretmenim çok yaşa’’ diyorlardı.  Ana okuluna devam eden çocuk annesinden uzaklaşıyordu, bazen de çatışıyordu ve bir gün şunu da söylemişti: anne, baba siz geri kafalısınız, örümcek kafalısınız, bunlar eskidenmiş, şimdi biz çağdaş olmuşuz, ben de çağdaş olacağım.

     -Anne sen de çağdaş ol.

     -Tamam da nasıl çağdaş olacağız evladım?

    - ‘’Öğretmenimiz gibi’’!…  Kaybedilen çocuklar ve nesiller…

        Öğretmen ve okul çocuğumuzu kendi şahsi inanç ve düşüncesine göre dönüştürmeye başlamıştı, çocuğumuz artık bizi dinlemiyordu ve önemsemiyordu. Öğretmeni ne derse mıknatıs gibi çekiyordu. Çok acı olanı ise anne ve babasına güvenini kaybetmişti. Onların şimdiye kadar kendisini kandırdığını düşünüyordu. İlkokulu bu düşünceler ile tamamlamıştı. Yaşı ilerliyor orta öğretim yılları başlamıştı.

      Bizim çocuk büyümüştü, özgüveni daha da artmıştı. Ben de çok şey biliyorum demeye başlamıştı, kendisini ispat etmesi gerekiyordu. Davranışları, düşünceleri, kılık kıyafeti değişmişti. Öğretmeni yıllardır öyle demiyor muydu?  Sizler birey olarak özgür bir şekilde büyüyecek inanç ve düşüncenizi o zaman şekillendireceksiniz. Anne ve babalarınız gibi olmak zorunda değilsiniz. Onlar sizlerin fiziki yönünüzü belirler diyerek çocukta anne ve babasına karşı ‘’özgüven’’ diye, diye karşı gelmeyi aşılayan öğretmen, kendi yanlış ve sapık düşüncelerini ise O tertemiz çocuğun kalbine zehir tohumları gibi atmıştı. Çocuğun aklına ve kalbine atılan zehirli tohumlar yeşermeye başlamıştı. Böylece çocuğu önce anne ve babasından uzaklaştırdı daha sonra da kendi yanlış inanç ve düşüncelerini ve sapkınlıklarını çocuğun kalbine sokarak zehirledi.   Bunun adına da çağdaş eğitim diyerek dini inanç ve düşünce yapısına dayanan maneviyat temelli eğitim yerine dinsiz bir eğitim yapısını dayattılar. Öğretmen eğitimin resmi amaçlarının yanında bir de kendi sapkın düşüncelerini çocuğa aktarıyordu. Yılan gibi zehirlemekten zevk alıyordu. Belki de içi dışına çıksa yılan suretini alacaktı.

       Yeryüzündeki ihanetlerin belki de en büyüğü Yüce Allah’ın İslam fıtratı üzerine yarattığı masum çocukları Allah’ından ve Peygamberinden uzak olarak yetiştirmektir.  Çocuğun doğuştan getirdiği temizlik ve masumiyetin yerine keyfi, küfri ve sapkın ideolojilerini onların kafalarına ve kalplerine yerleştirmek suretiyle İslam ve Müslüman soyundan gelen nesilleri ateşe atmaktır. Bu dinsizliği de resmi ideoloji kılıfına sokarak bin yıldır İslam’ın bayraktarlığını yapmış bir milletin çocuklarını dininden, tarihinden ve medeniyetinden önce uzaklaştırmak sonra da koparmak istediler. Dini değerlerin yerine  kendi kutsallarını koydular, eğitim merkezlerini kutsal tapınağa çevirdiler.  

      Anne ve babalar çocuklarına bırakacakları en büyük miras kendi din ve inançlarını devam ettirecek şekilde onların İslam fıtratına uygun  eğitim almalarını sağlamaktır. Konu ile ilgili olarak Bediüzzaman çocukların eğitiminin artık anne ve babadan çok öğretmenlere geçtiğini talebelerine söyleyerek şöyle demiştir:

        ‘’Şu zamanın dindar bir muallimi, eski zamanın velileri nazarı ile bakıyorum... Muallimin iyisi çok iyi, fenası da çok fena. Çünkü masum çocuklar muallimlerine çok dikkat ederler, âdeta mıknatıs gibi hocalarından ne görürse iyiyi de fenayı da çekerler. Muallimin iyisi minare başında, kötüsü kuyu dibindedir. Muallimler için ortası yoktur, ya âlay-ı illiyyinde veya esfel-i safilindedirler’’ derdi.

     Yine bir gün ders verirken ‘’Eğer bir çocuğum olsa idi ve bana deselerdi ki: falan yerde dindar bir muallim  var. O’na gidecektim: benim bu çocuğumu Allah’ını, Peygamberini, bilen bir çocuk olarak yetiştir diyecektim. Karşılığında ise dünyalık olarak ne isterse hepsini verecektim’’ der.

        Biricik yavrularımızın gözümüzün önünde elimizden kayıp dünya ve ahiret hayatlarını tehlike atılmalarını istemiyoruz. Arkamızdan okuyan ve dua eden, hayırlı bir evlat, iyi bir insan ve iyi bir müslüman olarak yetiştirilmelerini istiyoruz. Bunun için evimizi küçük bir medreseye çevirelim. Özellikle anaokulunda ve ilkokulda maneviyatlı bir öğretmeni tercih edelim. (Ortaokulda ve lisede çocuk büyük ölçüde şekillenmiş olur). Çocuklarımız anne ve babası ile inanç çatışması yaşamasın, evde ve okulda aldığı eğitim birbirine destek olsun, birbirini tamamlasın. Biricik yavrularımızı kendi ellerimizle tehlikeye atmayalım. Onlar bizim göz aydınlığımız ve hayatımızın neticesidir.

        Evet anneler ve babalar bu yaz tatilinde de çocuklarımızın ellerinden tutalım. Onları sevgi ve şefkatle Kur’an Kurslarımıza, Camilerimize ve temel dini eğitim alabilecekleri Vakıflara ve Derneklere götürelim. Onların kalblerine Allah ve Peygamber sevgisini yerleştirelim. Küçücük bedenleri de bu dünyada sığınacak bir yer bulsun… Başına bir sıkıntı geldiğinde her zaman Allah! desin. Kurtuluşu imanında ve inancında bulsun.    

       Selam ve dua ile çocuklarımızı önce Allah’a, sonra ‘’Dindar Muallimlere’’ emanet ediyorum.

       Allah’ a Emanet Olunuz.