İnsanın bilmek ve öğrenmekle ilgili araçları sınırlıdır. Bundan dolayı eskiler ‘in alimte şey’en fatetke eşya’ demişlerdir. Bir şey öğrenirsin ama birçok şeyi de atlarsın.   İnsanın ilim tahsil yolundaki araçları sınırlıdır. Bir de buna ilaveten kusurları vardır. Bu kusurların en başlıca olanlarından birisi unutmaktır.  Bu da kayıtla ve kalemle aşılır. ‘İnsan nisyan ile maluldur’ demişlerdir.  İnsanın duyuları kavramaya ve öğrenmeye köprüdür.  Görmek duymak, hissetmek, bunların elde ettikleri verileri akıl süzgecinden geçirmek veya öğütmek ve bilgi haline getirmek bir süreci gerektirir. Duyular sınırlıdır. Bazen insanın duyuları diğer hayvanların melekelerinden daha az gelişmiştir.  Koku almak, duymak, görmek bunlar arasındadır. İcmal olarak eşrefi mahlukat olan insan, toplamda hayvanlardan üstün olsa da birebir karşılaştırıldığında pek öyle sayılmaz.  Yine ömür sürecinde insanın önündeki zaman ve mekan boyutları sınırlıdır.  İnsan bu sınırlar içinde hareket edebilir.  Bu sınırlılığa da kader diyoruz.  Bununla birlikte insanın eksikliğini gideren etkileşim veya interaktif ortamlar vardır. Bunun basit şekline imece denilmektedir ve ilk insandan beri bilinir ve uygulanır.  İnsan ünsiyetten yani bir nevi kaynaşmaktan gelmektedir. Bu açıdan sosyal bir varlıktır.  Kur’an hayvanları da ümmetlere benzeterek aslında onların da sosyal varlıklar olduğuna işaret eder. Nadiren bu kalıpların dışına çıkanlar görülür.

 Kayıtlar ve izler üzerinden insanlığın ortak birikimine ulaşırız.

İnsanlığın ortak değerleri olduğu gibi ortak birikimleri de vardır. Nesilden nesle aktarılır. İmam Rabbani  bu zincire ‘telahuku efkar’ yani fikirlerin kaynaşması, birbirini izlemesi ve birbirine bağlanması der. Bediüzzaman da İmam Rabbani’den aldığı bu kavramı derinleştirir.  Kitaplar telahuku efkarın ürünü ve meyvesidir.  İnsanlık birikimi böyle ortaya çıkar.  Okuma ve kitap meselesini başka varlıklarda göremiyoruz.  Zira okumak ve yazmak insana mahsus bir eylemdir.  Allah Nun’a ve kaleme ve yazdıklarına yemin etmektedir. Bu yemin de Allah’ın kaleme ve yazdığı satırlara önem atfettiğini gösterir.

 Kalem ve kitap vasıtasıyla insanlık bilim alanında mesafe kazanmıştır.  Zamandan tasarruf etmiştir. Bir anlamda kitap ve kalem tayyı zamandır. Yani zamanı dürmek ve üzerinden atlamaktır. Zamana yayılan bilgileri bir araya getirmektir. Öncekilerin binbir zahmetle topladıkları verileri, geçtikleri süreci uzay hızıyla yakalamaktır.  Ahir zamanda zamanın hızlanması ve dürülmesinin anlamlarından birisi de bu olmalıdır.  

Bununla birlikte insan kitap üzerinden doğruya varabilir mi?  Doğruyu bulabilir mi?  Kitap ve okumak doğrunun garantisi midir? Yoksa kitapların da sağlaması yapılmalı mıdır? Sosyal bilimler içtihada açıktır ve daima doğrulanmaya muhtaçtır. Bunun istisnaları vardır. Fenni ilimler ise sünnetullah hükmündedir ve şaşmazlar.  Deneylerle bulundukları veya test edildikleri için sağlamalarının yapılması kolaydır.  

 Kitaplar doğruyu gösterebilirler lakin nefsi engeller doğruların doğru algılanmasına engel olabilir.  Biz doğruyu kabulde insanı zorlayan nefsi  engellere heva diyoruz.  Heva gerçeğin hilafına nefsin arzularıdır.  Nefsin arzuları bazen akım suretine girer ve oradan da mezhep olarak ete kemiğe bürünür.  Siyasi mezhepler ve Haricilik gibi anlayışlar böyledir.  Kitap her zaman doğruyu göstermez gösterse bile nefis doğrularını kabullenmez.

İbni Teymiye bu bapta şöyle bir ifade kullanır:  Ümmet bütün ilim dallarını özümsedi ve kavradı.   Allah kimin kalbini nurlandırırsa onu bu ilim dallarına  ulaşmayı kolaylaştırır. Kimin kalbini karartırsa kitap bolluğu bir işe yaramaz ve sadece hayretini ve sapkınlığını artırır ( El Kaşif, Raşid Bin Hüseyin Abdülkerim, s: 18,  Daru’l Lü’lü)

 Gayret, samimiyet ve iyi niyetten başka elimizde bağlanabileceğimiz bir kulp bulunmuyor!

 Bazen başkalarının bulgularına veya tespitlerine inanmak da insanı yanılgıya sürükleyebilir. Bundan kurtulmanın yollarından birisi müspet şüphedir. Şüphe de her makamda olmasa bile yerine göre doğruya götüren bir araçtır.

 Sınırı olmayan ilim deryasının insanı götüreceği son yer tevazu ve bilmediğini bilmesidir.  

“Sübhaneke la ilmelena illa ma allemtena”

Mustafa Özcan