2011 yılına dair konumuzla doğrudan ilgili elim bir olay Abdurrahman el Hatip tarafından dile getirilmektedir. Bu tarih Arap Baharının başlangıcı ve Suriye’de halkın rejime başkaldırdığı tarihtir. Sosyolojik boyutta çalkantılar olur ve ayrışmalar yaşanır. Komşu komşuyu ihbar ettiği tarihin başlangıcıdır.  Olay mahalli muhtemelen bugünlerde Dürzi halkının Esat rejimine başkaldırdığı Süveyda bölgesi olmalıdır. Ya da Sünnilerle azınlıkların beraber yaşadıkları karma şehirlerden birisi. Bize sosyolojisi Bosna’yı hatırlatır. Sünni bir genç evlidir ve zevcesiyle birlikte iki çocuğunu geçindirmekte ve onların bakımını üstlenmekle mükelleftir. Sünni gencin eşi de komşu Dürzi ailenin eşiyle sıkı dostluk bağlarına sahiptir. Günlerden bir gün öteki komşuları Sünni genci birlikte gösterilere katılmaya davet ederler. O da bu teklifi kabul eder ve birlikte gösteriye katılır. Lakin annesi oğullarına zinhar kindar Nuseyri hükümete muhalefet etmekten kaçınmalarını tembih eder.  Bu anılan genç sadece bir gösteriye iştirak eder.  Gösteriden döndüğünde komşusu Dürzi aile bunu fark eder.  Ona sorarlar: Neredeydin? O da saklama gereğini duymaz. Gösteriye katıldığını söyler. Ertesi gün komşu evin Dürzi erkeği yerel otoritelere durumu haber verir. Bir de bire bin katarak!  Dürzi ailenin genci ya da  ferdi  dostlarının bulunduğu istihbarat şubelerinden birisine uğrar ve Sünni komşusunu ihbar eder ve komşusunu silahlı olarak gördüğünü ve devriyelerden birisine de ateş açtığını söyler.  Gaddarlığın inanılmaz örneklerinden biri olarak Sünni komşusunu bir de ayartmaya kalkışır.  Neden Suriye rejiminden kopması için kendi topluluğundan birini ikna için birlikte gitmediklerini sorar.  Hiçbir şeyden haberi olmayan Sünni genç de komşusuna inanıp birlikte yola çıkar. Bu adeta hayata son bakışıdır.  Rejimden kopması için ikna edilmeye gidilen öteki Dürzinin evine varıldığında kendilerini güneşten kopartacak Muhaberat aracı onları beklemektedir.  Bindirilir ve gidiş o gidiş.  Muhaberat şubelerinden birisine kapatılır.

 7 yıl boyunca annesi nerede olduğunu sorar ve merak eder.  Oğlunun ölü mü diri mi olduğunu öğrenmek ister. Tutulduğu yeri öğrenmek için kardeşleri faydasız yere çabalar ve büyük meblağlar harcarlar.

2019 yılında beklenen acı haber gelir.  İçlerinden birisi yakınlarına haber verir.  Kötü şöhretli Saydnaya Hapishanesinde 5 yıl boyunca tutuklu kalmıştır.  Sistematik işkenceye uğraması sonucu 2016 yılında şahadet mertebesine yükselmiştir. Bu 5 yıllık süre zarfında su yemek ve ilaçtan mahrum bir haldedir.  Kardeşlerinden birisi dul kalan eşinin evlenebilmesi için ölümüne dair resmi bir vesika, belge talep eder. Lakin ölüm zebanileri buna dair resmi bir işlem yapmazlar ve üstelik mezarının yerini bile göstermezler. Daha sonra rejimin kara kutularından olan Saydnaya Hapishanesi müdürü de infaz edilir. Geride fail-i meçhullerine canlı delil bırakmaz istemezler. Böylece kaydı fail-i meçhul olarak kalır.  Kardeşlerden hiçbirisi kayıp/ölü kardeşlerine dair annelerine bir şey fısıldamaz.  Belli ki onun yas tutmak yerine umuda tutunmasını isterler. Belki kim bilir bir gün çıkar gelir diye beklemesini isterler.    

Kıssadan hisse ya da kıssada İmam A’zam’ın payına düşen yön ise Saydnaya Hapishanesinde kaybolan veya öldürülen gencin eşinin 7 yıl sonra durumunun ne olacağı meselesidir. İmam-ı A’zam  Tabiin’den Katede’ye bunu sormuş o da terslenmiştir.  Halbuki farazi fıkıh zamanla ve devranla birlikte vakıa haline gelmiştir.  İmam-ı A’zam farazi fıkıh yöntemiyle esasında zamanla yarışarak bu gibi meselelere hal çaresi bulmak istemiştir. Bu açıdan ‘ereeytiyyin’ ekolünden biri olarak anılmış ve görülmüştür.  Bugün İmam-ı A’zamdan 1300 yıl sonra meseleler yine olduğu yerde duruyor veya bekliyor.

Bu arada Pakistan eski Müftüsü Muhammed Şefii’nin oğlu Muhammed Taki Osmani’nin hayatını okuyorum.  Farazi fıkıhla çağdaşlarını fersah fersah geçen  İmam-ı A’zam’ın geride bıraktığı Hanefi fıkıh mirası bugün bu alanda yetersiz kalmıştır. Yeterli hale getirmek de Tehanevi gibi alimlere kalmıştır.  Muhammed Şefii manevi talebesi olduğu hekiym el ümme EşrefAli Tehanevi’nin  ‘El Hiletü’n Nacize Lilhalileti’l Acize’ kitabının telifinde yardımcı olmuştur. Bu kitap Hanefi mezhebinde eksik olan aile hukukuna dair bazı meseleleri tamamlamak için kaleme alınmıştır.  Özellikle kayıp, iktidarsız, deli ve zinakar koca ile ilgili hükümlere havidir.  Bu meselelerde Hanefi mezhebinin yetersizliği nedeniyle Maliki ulemasının iareye gidilmiştir. Maliki mezhebinin bu alandaki görüşlerine başvurulmuştur. Önce Maliki mezhebinin görüşleriyle amel edilmiş ardından da Hanefi uleması nezdinde Tehanevi-Muhammed Şefii’nin görüşleri Hanefi mezhebinin görüşleri olarak kabul edilmiştir ( Muhammed Taki Osmani, Lokman Hekim, Daru’l Kalem, Dimeşk, s: 17/18).

 Buradan da anlaşılıyor ki İmam-ı A’zam önde başlamış ve önden gitmiş ama ne yazık ki ardından gelenler bazen onun bu öncülüğünü muhafaza edememişlerdir.  

Mustafa Özcan