Ebu’l Hasan el-Harakanî hazretlerini isim olarak bilirdim, asıl tanışmamız ise yıllar sonra oldu. 2012 de görev icabı Kars’a gidince kaynağından onun hakkında birçok bilgiye ulaşma fırsatım oldu. Hiç planda yokken hazretin türbesine yaptığım bir ziyaretin hemen arkasında kendimi Kars’ta bulmam da sebepsiz olmasa gerektir.  Kars’ta kaldığım dönemde, “fütüvvet”, “civanmert” ve  “alperen” kelimelerinin ihtiva ettiği gerçek manayı da öğrenmiş oldum.

Bin dokuz yüz seksen öncesi kendini “akıncı” diye tanımlayan bir genç olarak, “alperen” ve “ülkü” kelimelerine karşı -ülkücülüğü çağrıştırdığı için olsa gerek-soğuktum. Maalesef bir dönem kelimeleri ayrıştıranlar, kelimeler üzerinden insanları da ayrıştırmışlardı. Hâlbuki “ülkü” kelimesiyle eş anlamlı olan “mefkûre” kelimesi kulağıma daha hoş geliyordu. Zamanla hocalarımız, okumalarımız ve tefekkürlerimiz bilhassa da Harakanî hazretleriyle olan yakın dostluğumuz neticesinde bu kavramlar etrafındaki sisler dağıldı ve aklımdaki karmaşa vuzuha kavuştu. Sonradan öğrendim ki bana da şifa olan Harakanî vakti zamanında Nizamiye Medreselerinin inşası için Nizamülmülk’e tavsiyeleriyle yol gösteren ve Sultan Alparslan’ın da kulağına ezan okuyan kişiymiş. Sadece civanmert ve alperen kelimelerinin değil “Alparslan” kelimesinin de kaynağı o imiş.

Selçuklu ve Gazneli sultanlarına hocalık eden, ahilik düşüncesinin temellerini atan; büyük âlim Harakanî “fütüvvet ehli”, “alperen” ve “civanmert” kelimelerini hayatı boyunca sıkça kullanmış ve bunlara şu ifadelerle ulvi anlamlar yüklemiştir: “Ey Civanmertler! Uyanık olun! O’nu hırka ve seccade ile göremezseniz. Bu iddia ile ortaya çıkanı ezerler. Nasıl istiyorsa öyle ol! Civanmertlik nefse ve cana sahip olmamaktır.”  Ve “Ey civanmertler! Yiğitçe davranın ve mert olun, çünkü yük ağırdır.”

Yaşadığımız devirden civanmertlere birkaç örnek isim istense arasında Muhsin Yazıcıoğlu da sayılsa iltimas değil isabet olur. Muhsin Yazıcıoğlu tam da Harakanî hazretlerinin tariflerindeki manaya uygun olarak kardeşinin ayağına batan bir dikeni kendine batmış sayan, kardeşlerinin derdiyle hemdert olan, ilkeli, onurlu ve yiğit bir civanmerttir. Sadece hamasi söylemlerin arkasına sığınan bir siyasetçi değil; okuyan, istişare eden, âlimlerin meclisinde bulunmaktan haz alan, hikmet avcısı, alperen bir bilgeydi Muhsin başkan.

Muhsin Yazıcıoğlu’nun kendisiyle değilse de çok yakın arkadaşlarıyla arkadaşlığım, dostluğum, bu vesileyle özel bazı toplantılarına katılma ve yakından görüşme fırsatım oldu. Uzun zamandır ajandalarımda sakladığım o nadir beraberliklerden geride kalan bazı notlarımı muhabbet olsun diye, sonradan gelenlere, zamane alperenlerine, civanmertlere, fedakâr yiğit ve siyasete hevesli gençlere örnek olsun diye paylaşmak istedim.

İlk yüz yüze görüşmemiz bin dokuz yüz doksan sekiz yılının Ağustos ayında Kahramanmaraş’ta oldu. Gönüllü kuruluşların temsilcileriyle bir araya gelmişti. Ben de Hakyol Vakfı’nı temsilen katılmıştım. O günlerde Refahyol hükümeti diye bilinen, Necmettin Erbakan ile Tansu Çiller hükümeti değişik entrikalarla düşürülmüş yerine kukla ve uyduruk, ANASOL-D  hükûmeti kurulmuştu. Türk askeri tüm görevlerini tamamlamış! kendine yeni bir konsept belirlemişti. Bunlar okullarda başörtülülerin, namaz kılanların ve mescitlerin tespiti gibi önemli konulardı! Bazı arkadaşlar gerekçesiz olarak evlerinden gecenin bir yarısı alınıyor, neticesini ise kimse tahmin edemiyordu. İşte böyle karışık, güvensiz, Müslümanca yaşamaya çalışmanın suç sayıldığı günlerde bir araya geldik ve hasbi konuşmalar yaptık. Gönlümüze su serpen konuşmasının bir bölümünde: “Biz partiliyiz ama partici değiliz. Hiçbir şeyin taassubundan yana değiliz. Partiler, dernekler, vakıflar, medya birer araçtır amaç değil. Gayemiz, bir şahsı posta oturtmak değil, yaratılış gayemize uygun yaşamak ve yaşatmaya vesile olmaktır.” Bu sözlere yorum yapacak değilim, sadece şunu eklemek isterim ki o da, her dönemde olduğu gibi bu günde böyle düşünmeye ihtiyacımızın olduğudur.

Kendisine birçok soru yöneltildi, özet olarak sadra şifa mahiyetinde şu cevapları verdi: “Hepimiz birbirimize güvenmeliyiz. Tavrımızı net olarak ortaya koymalıyız. Eleştireceksek önce kendimizi eleştirmeliyiz. Arkasında duramayacağımız eylemlerden kaçınmalıyız. Askerin içindeki mezhepçi cunta çatladı, ordumuz iyi yolda, tahrik etmemeliyiz.” dedikten sonra sözlerini şöyle tamamladı.

“Kim Allah’a yakın, ben ona yakınım

Kim Allah’a uzak ben ona uzağım.”

İkinci görüşmemiz iki bin yılının şubat ayında oldu. Refahyol hükümetinin gidiş sebeplerinden biri olan ‘rtük yasası’ ile ilgili meşhur medya patronunun İzmir’de kendisine yaptığı teklifi anlattı: “A. D. isimli medya patronu İzmir’de bir toplantı sonrası benimle görüşmek istedi, kabul ettim. Uzunca bir taltiften, Anadolu delikanlısı olduğumdan dem vurduktan sonra; ‘Başkan seni çok seviyoruz, şu ‘rtük yasası’ na bir evet de! Bak önün nasıl açılacak! Kanal D televizyonu benim olduğu halde sahiplenemiyorum. Enerji ihalelerine giremiyorum,’  dedi. Tabi biz yasaya evet demedik. Çünkü memleketin hayrına değildi. Bu yasaya evet diyecek birileri bulundu ilk seçimde önleri açıldı, yasaya evet diyen parti mecliste dahi değilken önce meclise girdi sonra da hükümet ortağı oldu.” Evet, olmaz denen şeyler alenen oldu, uç kutuplar bir araya geldi/getirildi böylece bir taraftan çıkması elzem olan yasalar! çıkartıldı, bir taraftan hortumcu sermayenin ve İslam karşıtı mihrakların gönlü hoş olsun diye irtica merkezli! bir parti de önce iktidardan uzaklaştırıldı sonra da kapatıldı. Tabi malum yasa çıktıktan sonra POAŞ nasıl satıldı, kimler ne kazandı, kimler ne kaybetti bunlar ayrı hikâye… Fakat ülkemiz sermayedarların gönüllerini hoş etme adına çok şey kaybetti.

Üçüncü görüşmemiz iki bin iki yılında Başkonuş Yaylası’nda oldu. Muhibbi Resul Derinpınar ve Muharrem Erantepli, hem benim hem de rahmetli Muhsin başkanın yakın dostlarındandı. Genel de onlar vesilesiyle olurdu görüşmelerimiz. Resul Bey’le birlikte ziyaret edip benim de katkım olan içinde kitapların olduğu bir paket takdim ettik. “Resul, senin ‘oku’ dediğin kitapları okurum, şimdiye kadar senin tavsiyenle okuduğum hiçbir kitaptan pişman olmadım, bunları da okuyacağım inşallah.” dedi.

Son görüşmemiz yine Resul Bey vasıtasıyla ama bu sefer telefonla oldu. Yirmi dört mart iki bin dokuz tarihinde Resul Bey Mersin’e ziyaretime gelmişti. Yirmi dokuz martta yapılacak olan yerel seçimlere birkaç gün vardı. “Muhsin başkanı arayıp soralım seçim çalışmaları nasıl gidiyormuş,” dedi ve aradı. Sivas’ta kazanma ihtimallerinin güçlü olduğunu söylemiş. Sonra da benim Viyana’ya, oradaki öğrencileri ziyarete gidişlerimden bahsetti ve telefonu bana verdi. Ben de selam ve hürmetten sonra kısaca Viyana’ya gidiş sebebimi anlattım. Memnuniyetini ifade etti ve “Hocam, benim telefonumu al, Viyana’ya gideceğin zaman bana haber ediyorsun. Ben de Viyana’daki alperenleri arıyorum onlara da sohbet yapıyorsun. Yine tembih edeceğim senin orada her türlü iş ve ihtiyacınla aktif ilgilenecekler inşallah.” dedi. Sanki kırk yıllık arkadaşıymışım gibi, samimi, içten konuştu benimle. Teşekkür ettim, telefonu kapattık. Ertesi sabah tüm Türkiye’yi yasa boğan haber geldi. “Biz Allah’tan geldik ve tekrar ona döneceğiz.” demekten başka elimizden bir şey gelmedi. Onun bedeni Keş Dağı’nda karlar üzerinde üşürken bizim de gönüllerimiz sıcak odalarımızda üşüdü. Onun ölümüne Pensilvanya’yı arayıp “Bu ülkücü gençlerden ne istiyorsun, çek elini onlardan, illegal işlerine alet etme!” demesi mi yoksa Barnabas İncili ile olan ilgisi mi sebep oldu bilemem. Ne var ki telefon görüşmesinin ve Barnabas incili ile ilgili girişimlerinin arkasından şehit edilmiş olması anlamlı geliyor.   Bu konularla ilgili olarak; akademisyen Ramazan Kurtoğlu ve tiyatrocu Ahmet Yenilmez’i merak edenler dinleyebilir. Telefonla ilgili Soner Yalçın’ı okumasanız da olur.

Onun “Üşüyorum” şiiri, mücadeleci ruhunun hem dibacesini hem de nihayetini anlatır mahiyetteydi.

“Bir coşku var içimde bugün kıpır kıpır

Uzak çok uzak bir yerleri özlüyorum

Gözlerim parke parke taş duvarlarda

Açılıyor hayal pencerelerim

Hafif bir rüzgâr gibi, süzülüyorum

Kekik kokulu koyaklardan aşarak

Güvercinler ülkesinde dolaşıyor

Bir çeşme başı arıyorum

Yarpuzlar arasında kendimi bırakıp

Mis gibi nane kokuları arasında

Ruhumu dinlemek istiyorum

Zikre dalmış her şey

Güne gülümserken papatyalar

Dualar gibi yükselir ümitlerim

Güneşle kol kola kırlarda koşarak

Siz peygamber çiçekleri toplarken

Ben çeşme başında uzanmak istiyorum

Huzur dolu içimde

Ben sonsuzluğu düşünüyorum

Ey sonsuzluğun sahibi, sana ulaşmak istiyorum

Durun kapanmayın pencerelerim

Güneşimi kapatmayın

Beton çok soğuk, üşüyorum..”

Kamuoyu onun siyasetteki onurlu duruşunu, sorumluluk bilincini, ülkesi ve milleti için fedakârlığını, dîni hassasiyetini ve günlük çıkarlar için politika yapmayışını çok sevdi. Ne var ki takımını belki de yeterli görmediğinden olsa gerek, etkisi ve sevgisi çok fazla olmasına rağmen hiçbir zaman yeterli oy vermedi. Hoş onun hiçbir zaman ne oy ne de dünyalık hesabı olmadı. Hiç sayıya takılmadı, hep Hak’tan yana tavrını koydu. İkinci bir Osman Yüksel Serdengeçti gibiydi.

Dindardı, kendini dinin temsilcisi olarak değil hizmetçisi olarak görürdü. Dindarlığını hiçbir zaman siyasi malzeme yapmadı. Kokuşmaya yüz tutmuş günübirlik politikalara aldırış etmedi. Mert, yiğit, cesur, açık fikirli, açık yürekli civanmert, alperen bir liderdi. Mekânı cennet olsun. Rabbim bu milleti ülkü ve mefkûre sahibi civanmertlerden mahrum bırakmasın.  Vesselam.

https://www.maarifinsesi.com/civanmert-baskan-muhsin-yazicioglu-ile-bir-kac-saat/