Eğitimin Millîliği ve Maarif Düşüncesi
Tema: Eğitimde Yerlilik ve Millîlik
Tevhid/Din, Kültür Havzası, Medeniyet Havzası/Vatan/Küresel Türkiye, Felsefe, Türkçe, İlim/bilim, Meslekî Eğitim, Üniversiteler
- ÇALIŞMA TOPLANTISI–
BİLDİRİ ÖZETLERİ
İÇİNDEKİLER
- Prof. Dr. Celal Türer: Milli Bir Eğitimin Felsefesi, Yerel ve Modern Boyutu
- Mustafa Özcan: Bir Türk valisinin maarif mücadelesi
- Prof. Dr. İsmail Aydoğan: Eğitimin Millîliği, Bilgi ve Bilim çerçevesi
- Prof. Dr. Mustafa Başaran: Türkçede Dilimiz Dilimizde Türkçe
- Mustafa USLU: Edebiyat Nasıl Eğitir?
- Nurcan Şarlayan: Estetik ve Estetik Eğitim
- Prof. Dr. İbrahim BAZ: Sosyal Değişimler ve Din Eğitimi Açısından Tasavvufî Eğitim İmkanları
- Leyla Yıldız: Yerelden Evrensele, Değerden Eyleme Bir Okuma Kültürünün İnşâsı
- Prof. Dr. Yücel Acer: Çağımız Üniversite Kavramı ve Türkiye
- Mustafa Altınsoy: Öğretmen Yetiştirme İdealimiz
- Ahmet Tek: Merhamet Medeniyeti ve Eğitim
1-Prof. Dr. Celal TÜRER: Milli Bir Eğitimin Felsefesi-Yerel ve Modern Boyutu
Türk eğitim sisteminin asli sorununu “devamlılık gösteren felsefi bir temelden” yoksunluk yani “felsefesizlik” olarak nitelemek mümkündür. Felsefesizlik ya da felsefesi olmama durumu öncelikle “eğitime derinlik, tutarlılık ve gerekçe sağlayacak kavramsal bir yapının gerekliliğine” inanılmadığı daha sonra “insana ilişkin nihai bir ereğin/hedefin olmaması” anlamında okunabilir. Zira bir eğitim sisteminin temelindeki felsefe, hem eğitim sisteminin kuramsal açıdan bir temele oturtulması hem de insana yönelik bakış açısının belirlenmesi ve nihayetinde bir kültürün medeniyet düzeyine yükselebilmesi açısından gereken bir unsur olmak durumundadır. Bu açıdan felsefe, eğitimin “gören gözü”, “idrak eden aklı” gibidir; açıkçası felsefe gözüyle sorunlar görülür, bu gözle algılanır ve çözüm yolları aranır. Buna ilaveten felsefenin eğitim faaliyetine bir temel ve gerekçe sağlaması, yani hedef ve ufuk kazandırması bir yeterlilik durumuna işaret eder. Çünkü eğitinde yeterlilik, eğitimin kendini anlama, düşünme ve geliştirme kapasitesine işaret eder. Hâsılı bir medeniyetin varlığından söz edebilmek için ön planda kültür, sanat, edebiyat, ahlak, hukuk ve eğitim gibi tüm ögelere gereksinim varken arka planda “tüm bunların bilinci” demek olan felsefeye yani bütüncül bakışa ihtiyaç vardır. “Bu çerçevede bütüncül bakış” olarak felsefe hem kültürel bir anlamlar sisteminin oluşumuna hem de bu anlamlı bir dokunun bütünlüğünün sağlanmasının tezgâhı konumundadır.
Cumhuriyetin 100 yıllık sürecinde Milli bir Eğitim Felsefesi oluşturamadığımız açıktır. Bu noktada karşımıza çıkan ilk husus ‘Milli bir Eğitim Felsefesi’nin ne olduğu sorusudur. Söz konusu soruya cevap verebilmek için de “Milli Bir Eğitim” ve “felsefe” kavramları hakkında bir kavrayışa sahip olmak ve söz konusu kavramlar arasındaki ilişkiyi anlamak icap eder. Bu anlamlandırma çabasının daha başlangıcında bir zorlukla karşılaşacağımız aşikardır. Zira araştırdığımız bu kavramların oldukça soyut, genel ve karmaşık olduğunu ve bu yönüyle de aralarında nasıl bir anlam ittifakının kurulacağı sorununu hemen fark edebiliriz. Bu zorluğa rağmen anlam ittifakının ya ‘Milli bir Eğitim’ kavramının içerimi ya da felsefenin yapılışı dolayımıyla ele alınabileceğini söleyebiliriz. Söz konusu iki yaklaşımın da oluşturmak istedikleri perspektif bakımından pek çok tartışma barındırdığını da fark etmek gerekir. Sözgelimi Milli bir Eğitim kavramının içeriğinin doğrudan bir kabule, diğer taraftan felsefenin yapılma tarzının ise düşünsel çabalara dayandığını anlayabiliriz. Dolayısıyla Milli bir Eğitim Felsefesi kavramındaki belirsizliğin bir taraftan içerik diğer taraftan yapılış arasında düğümlendiğini hemen söyleyebiliriz. Daha açık bir ifadeyle sorun ‘Milli bir Eğitim’ kavramının soyut bir içeriğe işaret ederken felsefenin belli bir zaman ve mekandaki mevcut bir problem üzerine yönelmesi ve dolayısıyla içerikle yapılışın nasıl örtüştüğünü anlamak zorunda olduğumuzdur. Bu yönüyle ‘Milli bir Eğitim’ terimi, zaman ve mekân içinde kabul edilen bir örtüşme ya da aidiyet ilişkisini barındıracaktır. Söz konusu örtüşme ve aidiyet karşısında kimi yaklaşımlar çözümü daha sağlam olduğuna inandığı Milli bir Eğitim kavramına indirgemekle bulurken, kimileri ise belirsizliğin üzerine giderek evrensel bir çözümden ziyade karşılaşılan durumun biricikliğini gösteren tarihsel ve kültürel bir tavır takınabilir. Her iki tavrın da Milli bir Eğitim kavramı içerisine dâhil olduğunu fark ettiğimizde düşüncenin işlevinin nesnesini tamamen kavramaya ya da özümsemeye değil; tabir-i caizse ufuk açmaya ya da bir kavrayışa yöneldiğini söyleyebiliriz. Bu yönüyle ele alındığında ‘Milli bir Eğitim’ bir bakış ve onunla birlikte gelişen birikimi dikkate alarak yeni problemler karşısında yeni anlam ufukları inşa etme ve böylece bir birikim oluşturma anlamına geldiğini kabul edebiliriz.
Milli bir Eğitim kavramı her ne kadar yeni bir oluşum gibi görünse de kendi içerisinde bir sağlamlık ve tutarlılık barındıran birikimi de ihtiva ederek insan ve gelenek arasında simetrik bir ilişki oluşturan; açıkçası öncesinden tamamen kopmadan ya da tamamen ona bağlı kalmadan yeni düşünme tipleri ya da yeni bilgiler üretmeye yönelen bir arayışa gönderme yapar. Nitekim bir düşünceyi, “Milli” kılan asıl unsurun beşerî çabalar olduğunu; açıkçası Milli Bir Eğitim felsefesinin “Milli” kavramından değil, düşünsel arayışlardan, yani karşılaşılan sorunlardan hareket eden ve onun üzerine şekillenen bir içerik olduğunu fark edebiliriz. Zira Milli bir Eğitim felsefesi pratik amaç ve hedeflerden yoksun, tarihsel, toplumsal ve kültürel hayatın olay ve eğilimlerinden etkilenmeyen kültür-üstü, aşkın bir eylem olarak değil; kültürün, tezahür eden yaşamın bir parçası olarak karşımıza çıkmalıdır. Bu noktadan hareketle “Milli” sıfatının hiçbir zaman “gerçekten Milli Eğitim ya da Türk Eğitim Felsefesi budur” anlamında düşünce süreçleri, bilgiler ya da yargılar üretemeyeceğini; hatta Milli ya da Türk kavramının net bir temsilini bile oluşturamayacağını unutmamak gerekir. Bu yüzden bakışımızı anlamlı tarzda tanımlanmasının mümkün olmadığı birliğe ya da kolektif ad olan Milli/Türk kavramına değil ‘düşünce’ye, yani tezahür edene çevirmemiz gerekir. Zira ‘felsefe’ kavramı, herhangi bir belli felsefeyi yineleyen, onu durmadan dinlenmeden aynı çözüm önerilerini sunan olarak değil karşılaştığımız sorunlara cevaplar arayan, eleştirel perspektifle her meseleyi inceleyen, sorular soran, çözümler arayan bir çabayı temsil eder. Hatta felsefe bizatihi düşüncede bir yer tutmakla başlasa da o yerin nakzedilmesini içerir. O halde felsefe, karşılaştığımız sorunlara, deneyimlenenlere dair özel bir düşünme tarzına ve dolayısıyla sıkı ya da gevşek biçimde kurumsallaşmış örgütlenmelerin pratiklerine işaret ederken, “Milli” kavramı ne kurumsal ne de inanç sistemi olarak beyan edilmesi mümkün olmayana göndermede bulunur. Açıkçası Milli kavramı, kendi başına var olana ya da varoluşun özel ve ayırıcı formlarıyla organize edilmiş bir şeye işaret etmez; aksine o, her nesneye, her önerilen gaye ya da ideale göre takınılan bir tavra işaret eder. Bu hususu fark etmenin esasen Milli kavramını beşerî çabalar olarak yeniden yorumlayabileceğimizi ve yapılandırılabileceğimizi görmek anlamına geldiğini söyleyebiliriz.
Yukarıdaki ifadeler ışığında Milli bir Eğitim felsefesi olgusunun bu topraklarda yaşayanların bir bütün olarak varoluş ya da kâinatla ilişkisini açımlayan bir tezahüre işaret ettiğini söyleyebiliriz. Bu açıdan “Milli” kavramı da insanda iradi bir tavra, davranışa anlam veren bir niteliğe; açıkçası deneyimimizin ufku içinde derinden içerilmiş, en kapsamlı ve en uyumlu ideallerin neler olduğuna dair bir arayışa göndermede bulunur. Bu arayış hayat içinde özümüzü tatmin edecek hususları keşfetmek ya da deneyimlerimize dinamik bir harmoni, dengeli bir gelişimi nasıl kazandıracağımız meselesidir. Yine Milli kavramının, onu benimseyenlerce ideal bir benlik arayışından başka bir şey olmadığı; kişinin kendisini gerçekleştirme sürecine işaret ettiği ileri sürülebilir. Başka bir ifadeyle söz konusu kavramla benliğin yaşarken hakikat, güzellik ve iyilik ile bütünlüklü ve aktif bir ilişkiye girmesi, yani entelektüel, estetik, sosyal ve dinî deneyimde derinleşerek kendisini gerçek bir “benlik kılabilme” arayışına gönderme yaptığı anlaşılabilir.
Diğer taraftan felsefenin ya da “düşünme biçimlerinin” belli bir kültür içinde oluşması ve böylece tikelden tümele bir tavır olarak katılışı, esasen arayışımızın bütünün idraki olduğunu fark etmektir. Hem birey hem toplum olarak her şeyi yerli yerine koyarak ne olması gerekiyorsa onu fark ettirecek ilişkiler bütününü açıklayabilmek; tarihte oluşan dinamik ve karmaşık yapıları çözümleyerek her güzergahta söz konusu dinamizmi nasıl bulacağımızı öngörmek ve böylece eşya, madde, hafıza ve düşünceyle nasıl ilişki kuracağımızı araştırmak felsefenin işlevini oluşturur. Bu işlevin tefekkür yolculuğuyla, bağları, ilişkileri ve etkileşimi arayarak bir tür kabuğu açarak içimize yönelerek, içte ya da derunda bir mekân arayışı olduğunu kavramak gerekir. Bu mekân oluşturma, kabuğu açmak, içe doğru hareket etmek anlamlarından ilhamla; değişen dünya ve değişen insan davranışlarına karşın içe doğru kültürün, bilimin, teknolojinin, dilin değişmeyen değerler üzerine derince düşünülmesini sağlar. Bu yönüyle ‘Milli bir Eğitim felsefesi’ dünyanın imkân ya da ideal olarak mümkünlüğüne ya da dünya içindeki varlığımızın yaratıcı tarzlarına gönderme yapar. Daha da özelleştirirsek ‘Milli bir Eğitim felsefesi’ tahayyüli olanın hayata karıştığı ya da hayata derin bir biçimde girdiği durumlara işaret eder. Bu açıdan bakıldığında Milli bir Eğitim felsefesinde benliğin varoluş ya da kâinatla bütünleşmesi ister şahsi, isterse bütün açısından ele alınsın tahayyüle, yani zihnimizde canlandırılması meselesidir. Kısaca o, bütün/leşmiş bir “ben ideali”ni ya da tahayyüli bir izdüşümü temsil eder.
‘Milli bir Eğitim felsefesi’ nosyonu benliğin birliği ya da toparlanmasının ne gözlem ne salt düşünce ne de pratik aktiviteyle sağlanabileceğini; sadece tahayyül vasıtasıyla gerçekleşeceğini iddia eder. Bu noktada tahayyül, şahsi yaratımın bilinçli bir gücü ya da fantezi kabiliyeti değil; aksine o, daha derin bir sezi; deneyimin yaratıcı köklerine ya da nihai imkânlarına erişebilme hadisesidir. Bu noktada tahayyül de benliğin, kâinatın ya da varoluşun yalın imkânları değil; aksine imkânın boyutlarının şimdiki deneyimin anlamını nasıl dönüştüreceğimizin bir kabulüdür. Zira imkânın farkındalığı, onun bizi kaplaması ve varoluşa karşı davranışımızın ya da tavrımızın değiştirilmesi anlamındadır. Bu durum, benliğin toparlanmasında ya da bütüne uyarlanmasında niçin düşünceye sahip olunması gerektiğini açıklar. Zira benlik daima kendi ötesine yönelir ve onun toparlanması ancak dünyanın değişen sahnelerinin bütünleşmesi fikrine bağlıdır. Varoluşumuzun en derin ve en anlamlı taraflarına hareket eden bu düşünce, imkânlara açık olmayı, deneyimin en geniş ve en derin farkındalığını kazanmayı gerektirir.
Toparlayacak olursak Milli bir Eğitim felsefesinin ancak düşünceyle, yani nazar-ı idrak denilen bir yorum üzerinden yaşanabileceği ve bu yorumun da içinde varlığa geldiği şartlarla mukayyet olduğu unutulmamalıdır. Yine ‘Milli bir Eğitim felsefesi’ tek iken pek çok biçimde yapılabileceği; Milli kavramı tümel bir isme işaret ederken, felsefenin ya da felsefe yapma biçimlerinin farklı yaşamları içerebileceği daima hatırlanmalıdır. Yine Milli kavramı, toplumu ilgilendiren varoluşsal bir tavra işaret ederken Milli bir Eğitim felsefesinin birçok grubun, birçok kesimin ya da belli ihtisas müesseselerinin elinden neşet ettiği unutulmamalıdır. Bu yüzden Milli bir Eğitim felsefesinin esasen karşılaştığımız sorunlarla ahlaki ve entelektüel yüzleşmeyi sağlayan; sorunların görülmeyen yanlarını bize çok farklı şekillerde açımlayan bir tezahür olduğunu fark edebiliriz. Zira ‘Milli bir Eğitim felsefesi’ her daim gerçekliği nasıl idrak ettiğimizi ya da nasıl bir zihniyet ve bakış açısına sahip olduğumuzu yansıtan bir ayna işlevi gösterir.
2- Mustafa Özcan: Bir Türk valisinin maarif mücadelesi
İlimlerin beraberliğine veya kaynaştırılması gerektiğine dair çok misal vardır. Mesela İmam Malik’ten aktarılan bir ifade şöyledir: Men tafakkahe ve lem yetesavvafe fakad tefessaka ve men tasavvafe ve lem yetefakkahe fakat tezandaka ve men cemaa beynehuma fakad tahakkake. Kim fakih olur da tasavvufa yabancı kalırsa fıska düşer mukabilinde kim tasavvufa dalar ve fıkıh alanını ihmal ederse zındıklığa düşer. İkisini bir araya getiren ise amaca ulaşır. Bu terkibi dini ve dünyevi ilimler sahasında da kurabilir miyiz? Yani ikisini kaynaştırmak mümkün müdür? Fenni ilimler ile dini ilimleri nakli ilimler ile akli ilimleri buluşturmak mümkün mü? Evet! 19’uncu yüzyıldan itibaren bu trend güçlenmiştir. Lakin halen kat edilecek mesafeler vardır. Pozitivizm rüzgarlarının estiği dönemlerde Hüseyin Cisr Efendi bu kaynaşmayı savunmuştur. Risaletü’l Hamidiyye kitabı buna natıktır. Yazı ve kitaplarıyla da bunu örneklendirmiştir. Oğlu Nedim Cisr ise serbest düşünce yani felsefe ile dini ilimleri bir araya getirmek için Kıssatü’l İman adlı eserini kaleme almıştır. Zihin ile afakı, Kur’an ile kainatı mezcetmek gerekir. Bediüzzaman onlardan mülhem olarak ‘vicdanın ziyası din ilimleri, aklın nuru da fen ilimleridir, bunlar birleşirse hakikat ortaya çıkar. Ayrılırlarsa birisinden taassup diğerinden ise hile ve şüphe neşet eder’ der. Okullarda, üniversitelerde Kur’ân ile birlikte Allah’ın isimleri olan fen ilimlerini birlikte ve mükemmel şekilde okutmalıyız. Bundan da anlaşılıyor ki Allah’ın Ademe talim ettiği isimler (Alleme Adem e’l Esma külleha/ 2. Bakara suresi, 31. Ayet ). Bütün her şeyi kapsar. Nakli ve akli ve tecrübi ilimleri kuşatır. Osmanlı döneminden beri maarife ayağa kaldırmak için uzun gayretler ve mücadeleler verilmiştir. Bunlardan birisi de aksayan fenni ilimlerin ayağa kaldırılmasıdır ve bu suretle devletin bekasını garanti etmektir. Bunun için meraklar kamçılanmalı ve maksut ilimler sevdirilmelidir. O dönemin manevi atmosferinden dolayı insanlar insiyaki bir bizimde dini ilimlere yönelmişlerdir. Kitlesel olarak dünyevi ilimlere pek rağbet olmamıştır. Lakin Batı’nın gelişmesi karşısında açılan fark nedeniyle devlet eksikliğin farkına varmış ve tedbir alınması lazım geldiğini fark etmiştir. Reform layihaları düzenlense de bihakkın ve doğrudan ilmi gelişmelerle alakalı olarak yaraya parmak basan çok az araştırma ve yönlendirme olmuştur.
Katip Çelebi dinin doğru anlaşılması konusunda bir mizan kitabı kaleme almıştır. Daha doğrusu Osmanlı öncesi ve sonrası Mizaniyat kültürü gelişmiştir. Şarani gibiler fıkıh konusunda bir Mizan kitabı kaleme almıştır. Katip Çelebi de Mizanü’lHak fi İhtiyari’l Ehak / En doğruyu bulmada doğru ölçü gibi kitaplar kaleme almıştır. Bu bir de ilimler arasındaki ilişkiler zaviyesinden yapılsa elbette bir eksik daha tamamlanmış olurdu. İnterdisipliner yani ilimlerin birbiri ile ilişkilerini ele almak eksik kalmış bir alandır. Taşköprüzade Mevzuatu’l Ulum gibi kitaplarıyla ilimlerin işlevine işaret etmiştir. Lakin Emevilerden beri seken bir alan ve ayak vardır. Bu ayakta Hıristiyanlar ve diğer din sahipleri öne çıkmış, etkin olmuşlar ve Müslümanlar da onlara muhtaç durumda kalmışlardır. Bu eksiklik bir türlü kapanamamıştır.
Kaynaştırmayı sağlayamayan Ezher’e sitem
Mısır’a vali olarak atandığında bu eksikliği fark eden Şehla veya Kör Ahmet Paşa lakabıyla anılan Nişancı Ahmet Paşa olmuştur. Nişancı Ahmet Paşa riyaziyat ve matematik ve fenni ilimlerin önemi konusunda Ezher ulemasıyla ya da yerli ulema ile tartışmıştır. Onların bu alanda bibehre veya yaya olduklarını fark etmiş ve sitemini bildirmiştir. Matematik ve türevleriyle alakalı suallerine cevap veremeyen Ezher ulemasını paylamıştır. Onlar ise mazeret babından şöyle demişlerdir: “ Biz bu ilimlerin yabancısıyız…” Ezher’in büyük alimlerinin bu ilimlerden yaya olduğunu fark edince Paşa şaşkınlığını gizleyememiştir. Nişancı Ahmet Paşa öncesinde İstanbul, Anadolu, Arap diyarlarında yöneticilik ve valilik yapmış deneyimli bir bürokrattır.
Gelmeden Mısır hakkında sitayişkar ifadeler duymuş uzaktan ilim ve ulemasına hayranlık beslemiştir. Bilhassa Ezher’le alakalı müspet duyumlara sahiptir. Toynbee’nin de mehazlarından olan Tarihçi Ceberti bu Osmanlı valisinin maarif sahasında çığlıklarını ve çırpınışlarını tanık olmuş ve kayda geçirmiştir. Tarihçi Ceberti bu Osmanlı valisi hakkında şu ifadeleri kullanmıştır: ‘Fazilet ve meziyet erbabından ve riyazi bilimlere düşkün bir validir. ’ Valilik görevine atanması nedeniyle tebrikata gelen Ezher Şeyhi Abdullah Şebravi beraberindeki büyük ulema ile birlikte vali ile bir raya gelirler. Vali müspet ilimler konusunu açar ama Şebravi ve beraberindeki heyet geri durur ve bu ilimlere vakıf olmadıklarını söyler. Ezher şeyhi ve beraberindeki büyük alimlerin riyaziyata dair bir şey bilmemeleri itiraf etmesi Vali Nişancı Paşa’nın zoruna gider. Şebravi aynı zamanda Kale’daki Camii’de Cuma vaazlarında ve hutbesi irat etmektedir. Ceberti’nin naklettiğine göre Nişancı Paşa ile Şebravi arasında şu konuşma geçer: “ Rum Diyarındaki duyumlarımıza nazaran Mısır ilimler ve faziletler menbaı ve diyarı olarak bilinir. Bu nedenle buraya gelirken aşk ve şevk doluydum buraya geldiğimde ise durumum tersine olduğunu gördüm. Mesele bir darb-ı mesele benzedi: Muaydi’yi görmektense duyman daha iyidir. Bunamukabil Şebravi karşılık verme ihtiyacı duyar ve dile gelir ve şöyle der: “ Duyduğunuz gibi Mısır diyarı, fazilet menbaı ve ilim yuvasıdır.” Bunun üzerine vali atılır: ‘Hani nerede? Siz bu diyarın en büyük alimlerisiniz. Ben ilimlerle ilgili arzumu size açtım sizde sadra şafi bir şey bulamadım ve duyamadım. Sizin eğitiminizin gayesi fıkıh ve alet ilimleri ve mantık gibi bazı akli ilimlerdir. Halbuki asıl gaye ve amaç olan ilimleri kaçırmışsınız.’
Bunun üzerine yine Ezher Şeyhi Şebravi söz alır ve Ezher ulemasını şu sözlerle savunur: “ Ezher alimleri fıkhiyat alanına katkıda bulunacak oranda riyaziyatla meşgul olurlar. Miras, feraiz ve hesap konularında yardımcı olacak oranda riyaziyat konularını işlerler.”
Burada görüldüğü gibi riyaziyat ilimleri asli ilim değil fer’i yani yardımcı ilim kategorisinde ele alınmaktadır. Bununla ilgili fıkhi bir kural şudur: Ma lem yetimmu’l vacibu illa bihi fehuve vacip. Yani vacibi tamamlayan ilimler de vaciptir. Lakin riyaziyat ilimleri asli ilimler kadar önem görmemiştir. Tali görülmüştür.
Ezher Şeyhi Şebravi savunmasına şöyle sürdürür: “ Ezher’de talebelerin çoğunluğu fakir ve yoksul kesimlerden gelmektedir. Taşradan ve uzak diyarlardan gelmektedirler. Riyaziyat, mühendislik, tıp, astronomi, kimya okumak pahalı bir alandır. Onların buna himmeti yoktur. Yoksul talebelerin buna güçleri yetmez. Bu ilimleri tahsil onların imkanlarının aşan bir keyfiyettir.” Kendilerini yani ulemanın alanını da şöyle savunur: Biz Ezher’in en önemli veya büyük alimleri değil sadece öne çıkanlarıyız. Talebelerin durumunu devlet kapısına arz ederiz. Talebelerin hizmetleriyle ilgileniriz.
Nişancı Ahmet Paşa buna mukabil şunları söyler: Vaktin ilimlerini öğrenmek de şer’i ilimler zümresindendir.
Böyle sorumlu ve meraklı valilere ve devlet adamlarına ihtiyaç var. Şebravi’nin sunduğu mazeretlere rağmen Nişancı Ahmet Paşa dinlediklerinden tatmin olmamış ve Mısır alimlerinin riyaziyat ve tecrübi ilimler konusunda açığı kapatmalarında ısrar etmiştir. Nişancı Ahmet Paş’nın elinden yakalarını kurtaramayacaklarını anlayan Şebravi gibiler onu meşhur tarihçi Abdurrahman Ceberti’nin babası Hasan Ceberti ile tanıştırırlar. Hasan Ceberti sağdan soldan oryantalistlerin uğrak yeridir. Zira kimya ve riyaziyat ilimlerini bihakkın vakıftır. Aynı zamanda Ezher çıkışlıdır. Dünya ilimlerini ve ahiret ilimlerini kucaklamıştır. Böğründe nakli ve akli ilimleri ve tecrübi ilimleri cem etmiştir. Duyumları üzerine onunla buluşmakta sabırsızlık gösteren Nişancı Ahmet Paşa onu huzuruna celp etmek üzere bir buyruk çıkartır. Kale’de buluşurlar ve Paşa Hasan Ceberti’ye hayran kalır. Sonrasında mutat olarak haftada iki defa bir araya gelirler. Aradığını onda bulmuştur. Birlikte ilimlere dair mütalaa ve okumalarda bulunurlar. Paşa baba Ceberti hakkında şunları söyler: Mısır’da bu hocadan başka kimse ile görüşmeseydim bile bu bana kifayet ederdi…
Paşa, Ezher’in dünyadan ve dünyadaki gelişmelerden uzak kalmasını kabullenememektedir. Matematik veya mühendislik gibi ilimleri vaktin ilimleri arasında görmektedir. Sufilerin de buna benzer bir tabirleri vardır: Vaktin vacibini kuşanmak. Vaktin öncelikleri vardır. Mesela Gazali döneminde İsmaililerle ve batinilerle mücadeleyi farz-ı kifayeden farz-ı ayn mertebesine çıkarmıştır. Çünkü zamanın ruhu bunu iktiza eder.
Vali riyaziyat ilimlerinin öğrenilmesinin ibadetin sıhhatinin şartları arasında bulunduğunu da zikreder. Namaz ve oruç vakitlerinin girmesinin ve çıkmasının tayini, kıble istikametinin belirlenmesi, hilalin durumunu tayin gibi hususlar buna delildir. Ezher Şeyhi de valiye cevaben şunları söyler: Doğrudur bunlar farz-ı ayn ilimlerdir. Şahsi düzeyde değil toplumsal düzeyde gerekli olan ilimler zümresindendir. Ezherliler ise bu konumda değiller ekserisi fakir fukaradır. Bu eğitimin altından kalkamazlar. Aralarında bu kabiliyete haiz çok az kimse vardır.
Nişancı Ahmet Paşa Mısır’da aradığını daha sonra Ezher Şeyhi olan Hasan Attar’ın şahsında bulmuştur. Onunla birçok güneş saati (mezavil)imal etmiştir. Bu saatlerle hem namaz vakitleri hem de günlük vakitler tayin edilmiştir. Şebravi ile Nişancı Ahmet Paşa arasındaki bu muhavere 1748 tarihlerinde geçmelidir. Bu hadisede göstermektedir ki Osmanlı bürokratlarının pozitif ilimlere ilgisi bilinenin çok fevkindedir. İlimler tarihiyle ilgilenen isimlerden Nelly Hanna ve Peter Gran gibilerinin tespitleri de bu yöndedir. Elbette Osmanlı vilayeti olan Mısır ilimler kafilesi sıralamasında arkadan gelenlerdendir. Nişancı Ahmet Paşa hadisesi de ‘bizi Türkler geri bıraktı’ diyen Mısırlıları veya benzerlerini nispi de olsa bir cevaptır ve onları tekzip etmektedir.
Ezher’in modernist mensuplarından Abdulmüteal el Saidi, Vali Nişancı Ahmet Paşa ile Ezher Şeyhi Şebravi’nin Ezher’in fenni ilimlerdeki eksikliğini keşfetmelerine rağmen kalıcı bir reform ile niye bunu gidermediklerini sorar ve ve ilimler arasında kaynaşmayı sağlayamadıklarını dolayı onları takbih eder. Hallinde zorluk çektiği bir aritmetik meselelerinden birisinde baba Ceberti’nin yardımıyla meselenin üstesinden gelen Vali Nişancı Paşa geldiğinde baba Ceberti’nin elini öpeceğine dair kendi kendine söz vermiştir. Nitekim bir kürk hediye eder ve ellerine kapanır. Denildiği gibi ‘rütbetü’l ilmi a’la’r rütep/ rütbelerin en büyüğü ilim rütbesidir’. Bir benzeri manzara Cezayir’de yaşanmıştır. İlim ehline çok hürmet eden Şadli Bin Cedit ülkesinde öğretim görevlisi olarak bulunduğu ve konuşmalar yaptığı sırada ayakkabılarının bağlarını bağlamıştır.
Hasan Ceberti gibi alimlere ve Nişancı Ahmet Paşa gibi ilmi ve ilim ehlini seven kollayan idarecilere çok ihtiyacımız var. Gelecek bu iki kanat arasında yükselecektir.
3- Prof. Dr. İsmail Aydoğan: Eğitimin Millîliği, Bilgi ve Bilim çerçevesi
Eğitimde millilik ve yerlilik mümkün mü?
Kuşkusuz eğitimin milli tarafını ahlak ve kültür oluşturur. Milli eğitim sisteminden beklenen ahlaklı ve kültürüne bağlı insanlar yetiştirmektir. Ahlaklı insandan beklenen ise, diğer varlıkları (insanlar, hayvanlar, bitkiler ve cansız varlıklar) en az kendisi kadar öncelikli, önemli ve değerli görmesi, buna göre yaşamasıdır. Kendinden daha öncelikli, önemli ve değerli görmesi ise kerem sahibi olmasından, ekrem olmasından kaynaklanır. Kerem sahibi olmak ahlaklı olmaktan daha üstün bir şeydir.
Kültür hem dinden hem de dinin müsaade ettiği geleneklerden kaynaklanır. Ahlak ise, edebin ve terbiyenin birlikteliğinden ve hayânın korunmasında oluşur. Eğitim bu yönüyle edep, terbiye ve hayâ üzerine bina edilen bir süreçtir. Çünkü eğitim demek ahlak demektir. Edep, hayâ üzerine bina edilen incelik, zariflik; hayâ (Allah’tan) utanmak, çekinmek; terbiye ise edep ve hayâ doğrultusunda insanı budamak, yontmak, geliştirmek, ıslah etmek anlamlarına gelir. Kuşkusuz edep, terbiye ve hayâ sahibi olmak ilimden önce gelir. İlim, hayatı kolaylaştırıcı bilginin / tekniğin işlenmesi anlamında kullanılıyorsa bu elbette edepten sonra olan bir haldir. Çünkü edep, terbiye ve hayâ sahibi olmayanın düşüncesinde ve elinde bilgi ve teknik (madde), her türlü çıkarın emrine âmâde olur. Ahlak insanı ehlileştirdiğinden onun yapıp ettiklerini de ehlileştirir. Eğitilmemiş yani ahlak sahibi olmayan insanda bilgi ve madde en azından faydasızdır, kimi zaman da zararlıdır.
Eğitimin milli tarafını oluşturan bir diğer olgu ise kültürdür. Kültür, çerçevesi, sınırları, içeriği ve rengi din tarafından belirlenen, insanın düşüncesi, davranışları ve her türlü yapıp ettikleri üzerinde belirleyici olan düşünme biçimidir. Bu nedenle ahlak gibi kültür de kendi başına kullanılmaz, önüne mutlaka bir sahiplik terimi gelir; İslam kültürü-ahlakı, Hristiyan kültürü-ahlakı vb. Bu arada seküler kültürden ve ahlaktan da bahsedilebilir. Ancak sekülerizm her türlü mistik, metafizik ve aşkın değerlerden arındırılmış düşünme ve yaşama biçimi olduğundan, sekülerizmin kültüründen ve ahlakından çok kurallarından ve disiplininden bahsetmek daha doğrudur.
Kültürü yaşatan, bireylerin ahlakına özen göstermesidir. Bu nedenle ahlak biterse kültür de biter. Öte yandan kültür dinlere göre değişir ama aynı dine inanan topluluklar arasında çeşitlenir. Bu nedenle aynı İslam’a inanan (mesela Araplar, Türkler, Japonlar vb.) toplumların birbirinden farklı alt kültürleri olur. Buna karşın bir dine mensup her inananın ahlakı hemen hemen aynıdır. Mesela Türk kültüründen kasıt, İslam’ın Türk toplumundaki yorumu (alt kültürü); ahlakı ise İslam ahlakıdır. Başka bir ifadeyle Millet, İslam’a inanan insanlar (yani ümmet) demek olduğundan İslam’ın kültürünün temel alınması eğitimin milli olduğunu gösterir. Alınmaması ise gayri milli olduğunu gösterir. Eğitimin yerli olması ise bu kültürün alt kültürlerine, onun özelliklerine vurgu yapar. İslam kültürü içinde var olan, ondan beslenerek yaşayan Türkiye, Pakistan, Cezayir, Kazakistan gibi birçok ülke ve bunların her birinin kendine has kültürleri var. Eğitimin yerli olması demek; bu alt kültürün özelliklerini taşıması gerektiğini belirtmek demektir. Örneğin Cezayirli, Türk, Alman, Kazak Müslümanlarını birleştiren İslam kültürüdür ama aynı zamanda bunları birbirinden farklı kılan ise yaşarken donandıkları alt kültürleridir.
Öte yandan eğitimin milli ve yerli olması evrensel sonuçlarının olmayacağını göstermez. Unutulmamalıdır ki evrensellik meselesi küreselleşmenin ortaya attığı ciddi bir tuzaktır. Evrensel insan diye bir insan türü yoktur. Eğitimin evrenselliği kimi çıktılarının neticesidir. Özellikle üniversite dönemi için geçerli olması gerekir. İlkokul, ortaokul ve lise düzeyinde eğitimin evrensel olması bir tür sömürgeleştirme eğitimi olarak görülmelidir. Bizim eğitimimizin milli ve yerli olmaması evrensellik kaygısından; evrensellik kaygısının da batılılaşma hastalığından kaynaklandığı bilinmelidir.
Bilgi ve bilimin milliliği ve yerliliği mümkün mü?
Eğitimin milliliği kültürü ve ahlakı temel almasından, yerliliği ise alt kültürünü içine barındırmasından kaynaklanır. Peki, eğitimin bir diğer amacı olan bilgi verme ve bilim yapmanın milliliğinden ve yerliliğinden bahsedilebilir mi?
Bu soruda ve sorunun olası yanıtlarında biri “evrensel ve insani meselelerin kültürü ve ahlakı olur mu ki böyle bir şey olabilsin”dir. Burada meseleyi çetrefilleştiren, bilginin ve bilim yapmanın kültürden, ahlaktan, dinden ve siyasetten arındırılması gerektiğine olan inanç, yargı veya algıdır. Sekülerizmin bu tuzağından kurtulmak için şöyle denilebilir: Her şeyin kültürü ve ahlakı olur, bu nedenle bilginin ve bilimin de bir kültürü ve ahlakı vardır. Kültür, bilgiye ve bilime bir amaç koyar. Bu amaca taalluk eden bilgi ve bilim değerlidir, yararlıdır. Eğer bu amaca hizmet etmiyorsa bu bilgi ve bilim ya faydasız ya da zararlıdır ki her iki halden de sakınmak gerek. Bu sadece İslam düşüncesindeki bilgi ve bilimin amacını göstermez, diğer semavi dinlerin de amacıdır. Kadim geleneklerin de benzer anlam atfettiği bu düşünceye göre bilgi ve bilimin kutsal olanı hatırlatması gerektiği önemlidir ama aynı bilgi ve bilimin insan yaşamında kolaylaştırıcı olması için çabalamak meselenin ontolojik gerekçesine halel getirir mi? Mesela biz ulaştığımız bilgilerin çeşitli şekillerde harmanlamasıyla oluşturduğumuzda elde ettiğimiz tekniği veya teknolojiyi insanın rahatlığına verdiğimizde bilgi ve bilim kutsallıktan çıkmış mı olur? Bu Tanrıya giden yolumuzdan bizi alıkoyar mı? Mesele bilginin ve bilimin hakikatle olan bağında gizlidir. Elde ettiğimiz bilgiden veya uğraştığımız bilimin insanın hakikatle bağını güçlendirmesi esastır. İşte buradaki hakikat anlayışını bize veren şey, kültürdür. Sekülerizmin ve pozitivizmin yaptığı en büyük tahribat, bilgi ve bilimin hakikatle bağını koparmasındadır. Bu bağ koptuğu için bilgi ve bilim, günümüzde, insanı ve hayatını hakikatten koparmıştır. Bu da esasında bilginin sömürgeleşme aracısı haline gelmesi demektir. Bilginin sömürgeleştirmesi, onun hakikatle bağlantısının koparılmasıyla gerçekleşmiştir. Bilgi, hakikatle bağını kopardığı için pozitivistleşmiş ve sekülerleşmiştir. Sonunda sömürgecilerin elinde bir araç haline gelmiş olan bilgi sömürgeleştirme misyonunu böylece üstlenmiştir. Bu nedenle bize hakikati verecek olan kültür, yaşatan şey ise ahlaktır.
4- Prof. Dr. Mustafa Başaran[1]: TÜRKÇEDE DİLİMİZ DİLİMİZDE TÜRKÇE
İlgili literatür tarandığında dilbilimcilerin yaptığı birbirinden farklı dil tanımlarına rastlanmaktadır. Ancak dilbilimcilerin farklı açılardan bakıp bakış açılarına göre yaptıkları dil tanımları doğru olmakla beraber dilin hakikatini anlatmaktan uzaktır. Bu durum körlerin yaptığı fil tanımına benzemektedir. Körler “fil halat, hortum, mızrak, yelpaze, ağaçtır” demişlerdir. Bunlar doğrudur ancak hakikat değildir. Doğru, kişiye, zamana ve yere göre değişebilir ancak hakikat değişmeyen gerçektir. “Dilin hakikatini dilbilimciler bile anlatamazken biz nasıl anlayacağız?” sorusu akla gelebilir. Cevap oldukça basittir: Dilimize sorarız.
Bu bildiride genel hatlarıyla “Türkçe dil nedir?” ve “dilimizde Türkçe nedir?” Sorularının cevaplarını arayacağız. Ancak öncelikle dilbilimcilerin dil tanımlarına bakalım. Ferdinand de Saussure sosyal işlevini önceleyerek dili, bir toplumun üyelerinin etkin konuşmalarıyla oluşturulan devasa bir veri tabanı olarak tanımlar. Dilin tamamı bir zihinde ya da dilbilgisi kitabında, bir ssözlükte değil o dili konuşanların tamamının zihninde var olan kollektif bir yapıdır. Dil toplumu oluşturan her bir bireyin beyninde potansiyel olarak vardır. Bu sebeple dil önyüzü ses arka yüzü düşünce olan bir kâğıda da benzetilebilir. Kâğıdın ön yüzünü kestiniz mi, ister istemez arka yüzünü de kesmiş olursunuz: Ne ses düşünceden ayrılabilir, ne de düşünce sesten. Diğer bir dilbilimci olan Noam Chomsky dilin, sesleri ve kelimeleri birleştirme işlevinden hareketle, dili sonsuz sayıda cümle üretilebilecek sonlu bir düzenek olarak tanımlamıştır. Edward Sapir ise dilin üretilmiş/yapay bir sistem olduğu iddiasıyla dili “yalnızca insana özgü olan; düşüncelerin, duyguların ve isteklerin, istençle üretilmiş semboller kullanarak iletilmesini sağlayan ve içgüdüsel olmayan bir yöntem” olarak tanımlamıştır. Son olarak Muharrem Ergin’in tanımına bakalım: “Dil, insanlar arasında anlaşmayı sağlayan tabiî bir vasıta, kendisine mahsus kanunları olan ve ancak bu kanunlar çerçevesinde gelişen canlı bir varlık, temeli bilinmeyen zamanlarda atılmış bir gizli antlaşmalar sistemi, seslerden örülmüş içtimaî bir müessesedir.” Burada “bir tanım ne kadar uzunsa yanlış olma ihtimali o kadar artar” kaidesini hatırlamalıyız.
Dilin tanımının yapılmasının bu denli zor ve dile ilişkin bu kadar çok tanımın olmasının temel sebebi dili yine dille açıklamak zorunda kalmak ve dilin çok karmaşık, çok işlevli yapısıdır. Dilbilimciler zihinlerinde dile ilişkin bütünsel (efradına cami; ağyarına mani) bir şema olmadığı için, yazarak, konuşarak, düşünerek… deneyimledikleri şeyin aslında “ne olduğu” konusunda çok sınırlı fikre sahip olabilmektedir. Ayrıca bu tanımlar dile içeriden bir bakışla yapılmaktadır ve dili tanımlayabilecek bütünlükten uzaktır. Burada tanımlamanın sınır çizmek, bir şeyi başka şeylerden ayırmak demek olduğunu hatırlanmalıdır.
Türkçede dil
Dilin ne olduğuna anlamak için danışabileceğimiz en yanılmaz bilgi kaynağımıza, dilimize, sormamız gerekir: Dil nedir? Türkçede dil şu anlamlara gelmektedir.
Bir kapının kapılı kalmasını sağlayan araç, kapı dili; karanın denize doğru uzanan alçak rakıma sahip uzantısı; konuşma organı; lisan; gönül ve dil-mek fiili. İşte dil dediğimizin hakikatini dili bir lisan olarak değil dil-mek olarak aldığımızda anlayabiliriz. Dil, kesintisiz, tek parça aslında iki boyutlu görünen veya seslerle sembolize edilip duyulan kainatı dilimlemek için kullandığımız araçtır. Gökyüzünde bulutları görebilmek, bulutla mavi gökyüzünü birbirinden ayırabilmeye bağlıdır: Bu dilimleme işi için dili kullanmaktayız. Sadece gökyüzünü bilen biri göğe baktığında da sadece gökyüzünü gerebilecektir. Meteoroloji ilmine sahip (bu alanda bizden daha çok şeyin adını bilen) biri ise bizim sadece bulut ve gökyüzü gördüğümüz yerde onlarca daha “şey” görebilecektir. Zihninde sadece “taş” kelimesi/kavramı olan bir çocuk için elmas da kömür de silisyum da… taştır. Kömür ve taş kelimesini bilen bir çocuk kömüre kömür diyecek diğerlerine ise yine taş diyecek; kömürle taşı ayırabilecek, diğerlerini birbirinden ayıramayacaktır. Buradan hareketle kişi sadece adını bildiklerini görebilir; adını bildiklerini düşünebilir denebilir. Dilin işlevini de Rus alim Lev Vıgotsky’nin ifadesiyle “dış dünyayı içselleştirmek, içimizde bir dünya yaratmak ve içimizde yarattığımız dünyayı dışsallaştırmak” olarak tanımlayabiliriz. Bu işlevi daha iyi anlamak için kavram, gösterge ve gösterileni incelemekte fayda vardır.
“Çiçek” dediğimizde veya yazdığımızda ağzımızdan ç-i-ç-e-k sesleri çıkmakta veya bu sesleri sembolize eden şekilleri çizmekteyiz. Bu ses veya şekiller (dil parçaları) göstergedir. Çiçek yazan veya söyleyen kişinin kastettiği anlam (bir kızın adı, sümbül veya lale vb.) ise gösterilendir. Çiçek sesini veya yazısını okuyan veya duyan kişinin zihninde canlanan anlam ise kavramdır. Dilin zihindeki karşılığı kavram; gerçek hayattaki karşılığı ise gösterilendir. Dil gösterge (ne kavramla ne de gösterilenle hiç bir benzerliği olmayan soyut semboller) olarak kullanılarak bu iki dünya arasında geçişkenliği sağlamaktadır.
Dilimizde Türkçe
Türkçe (kim ne derse desin) bir lisan isminden ziyade “Türk gibi” olarak anlaşılmalıdır. Dilimizde -ce –ca eki hal, tavır ekidir. İnsan gibi demek için insan-ca, erkek gibi demek için erkek-ce deriz. Türk gibi demek istediğimizde ise Türk-ce deriz. Bu yorumu aşırı bulanlara “English” kelimesini hatırlatabiliriz. Bu kelime İngilizcede hem İngiliz hem de İngilizce demektir. Diğer bir deyişle İngilizce görüp düşünen biri için İngiliz eşittir İngilizcedir. Diğer dillerde de durum aynı yahut benzerdir.
Milletler bir coğrafyada, bir ülküde, kıvançta veya bir lider etrafında değil bir dil etrafında oluşur, şekillenir veya o dille beraber yok olur. Bir kişiyi bir milletin üyesi yapan şey konuştuğu dildir. Dili varlıkları görüp duyup düşünebilmek için kullandığımız hatırlayalım. Farklı milletlerin aynı durumu farklı görebilmesi veya düşünmesi kullandıkları dile bağlıdır. İnsanlar kainata Türk-çe, İngiliz-ce, Arap-ça baktıkları ve düşündükleri için o milletin ferdi olmaktadırlar. Örneğin İngilizce bakan birisi için Irak’ta milyonlarca insanın katledilip karşılığında tankerler dolusu petrolü çalmak bir “kar” iken Türkçe bakan biri burada “zulüm” görecektir.
Dil dış dünyada var olanları görmek, duymak için kullanılan bir dilimleme aracıdır. Diğerlerinden ayıramadığımızı göremez veya duyamayız. Bir bireyin bir milletin ferdi olması o bireyin o milletin diliyle düşünmesine, konuşmasına, görmesine ve işitmesine bağlıdır.
Bir dilin kamusu o milletin kainata ilişkin tapu defteridir. Nasıl ki tapu defterinde dünya parsellenmiş sınırlar belirlenmiş ise kamusta da varlıklara ilişkin sınırlar zihinde sınırlanmıştır. Nasıl ki, tapu defterindeki en ufak bir hata tüm arsaların yerini, büyüklüğünü değiştirip facialara sebep olursa kamustaki en ufak bir hata da zihindeki tüm kavramların taşıdığı anlamları etkileyecektir. Ülkemizdeki tüm tartışmaların/çatışmaların sebebi de milletimizin fertlerinin kainata Türkçe bakmamasından, Türkçe düşünememesinden kaynaklanmaktadır. Örneğin “laiklik” “Türk” “demokrasi” veya “batı” kelimelerinin her Türk için aynı anlama geldiği söylenebilir mi? Anlaşamayan insanlar eninde sonunda çatışırlar.
Sonuç
1. Türkçe dersleri Büyük Türk Milletinin her bir ferdinin aynı gösterilen için aynı göstergeyi kullanması ve aynı göstergenin her bir ferdin zihninde aynı kavram için kullanılmasını garanti altına almak içindir. Maalesef Türkçe derslerinde Türkçe değil dil becerileri başlığı altında iletişim becerileri öğretilmektedir. Türkçe bilmeyen bir nesil yetiştirilmekte; bunlar okumakta, yazmakta, dinlemekte… ama Türkçe dinleyememekte, Türkçe konuşamamaktadır.
2. Dünyadaki emperyalist ülkeler/şirketler artık hiçbir milletin toprağını işgal etmemektedir. Onların şimdiki ilkesi “toprağın senin olsun nesil benim olsun”dur. Toprağımız değil evlatlarımızın zihinleri işgal edilmektedir. Çocuklarımız İngilizce görmekte, duymakta ve düşünmektedir. Bu işgal kelimelerin ruhu, içeriği veya sesleri değiştirilerek (uyduruk, ithal kelimeler kullanılarak) uzun yıllardır yapılmaktadır. Örneğin, üniversiteleri eskiden üniversitenin en güvenilir hocası anlamına gelen “üniversite emini” yönetirdi. Bölge piskoposu demek olan rektör kelimesi kullanılır olduğundan beri rektörler üniversitedeki en emin kişi olma vasıflarını ne kadar koruyabilmiştir? Maariften eğitime geçince ne olmuştur? Maarif kişi, arif kılmaktır. Arif yani kendi yolunu bulan. Eğitim ise yönetilebilir, işverenin beklediği özelliklere sahip kişiyi yetiştirmektir. Kelimeler değişince ister istemez düşünceler de değişiyor. Eğitimciler, veliler geleceğin mesleğini tartışır hale geliyor. Birçok çağdaş (ne demekse) beceriyle donatılan ancak insanımıza veya devletimize çok büyük zararlar veren çok sayıda kişinin varlığı herkesçe malumdur.
Bazen de sesler aynı kalmakta ama kelimenin taşıdığı anlam değiştirilmektedir. Örneğin: Ordu dendiğinde aklına Amerikan askeri gelen bir evladımız yarın bir gün bu katil orduyu gördüğünde güven hissedecek ve bu orduyla savaşmayacak işbirliği yapacaktır. Bayrak dendiğinde uğruna milyonların can verdiği, milletin bağımsızlık sembolü, yıldızı Allah’ı Hilali İslam’ı sembolize eden ay yıldızlı al bayrak aklına gelmeyen Türk çocuğu bir gün gönlere başka bir milletin bayrağı çekildiğinde tepkisiz kalacak “o da bayrak bu da” diyecektir.
Bazen de kelimelerin taşıdığı anlam yok edilmektedir. Kelimler bir ceset gibi var olmaya devam etmekte ancak ruhunu kaybetmektedir. Vatan, yurt, ülke devlet kavramları dendiğinde aklına bir şey gelmeyen bir nesil vatan kendisine ihtiyaç duyduğunda bırakın yardıma koşmayı bunu anlayamayacaktır. Ya müzik, hamaset, milliyetçilik, direniş, özgürlük, hürriyet…
3. Dil zihnin işletim sistemi olduğundan zihne yazılacak diğer tüm bilgi ve beceriler de zihindeki dilden etkilenecektir. Türkçesi zayıf bir öğrencinin diğer tüm dersleri de zayıf olacak ya yanlış anlayacak veya anlayamayacaktır.
4. Dilini bilmeyen dinini de bilmez; sömürülmeye, kandırılmaya mahkumdur. Aynı ayete ait şu iki meal de basılı eserler de yer almaktadır: “Ancak müminler kardeştir.” “Müminler ancak kardeştir.” Görüleceği üzere bıu iki cümle çok farklı anlamlar taşımaktadır. İhlas suresinin ilk ayeti ise “De ki O Allah birdir.” Şeklinde çevrilmiştir. “O” bir isimden önce geldiğinde işaret sıfatı olur ki “Onu” işaret etmek mümkün değildir. Ayrıca “O” bir değil tektir.
Milletimiz var olmayı Türkçeye borçludur var kalmamız da ancak Türkçe ile mümkün olacaktır. Milletin ferdi olmak etnik kökenle ilgili değildir. Gelecekte kainata Türkçe bakan Türkçe duyan gören ve Türkçe düşünen insanlar Türk milletini yaşatacak olanlardır. Türk silahlı kuvvetleri nasıl ki topraklarımız korumaktadır Türkçe derslerinde öğretmenler çocuklarımızın zihinlerini işgale karşı korumak zorundadır. Türkçenin öğretimi var ve güçlü kalmamızda, bir medeniyet inşa edip dünyaya nizam vermemizde en stratejik husustur.
Anahtar kelimeler: Türkçe, dil bilinci, Türkçe öğretimi
[1] Prof. Dr., Yıldız Teknik Üniversitesi, Temel Eğitim Bölümü, e-posta: mbsrn@yildiz.edu.tr
5- Mustafa USLU: EDEBİYAT NASIL EĞİTİR?
ÖZET
Edebiyat, eğitim öğretim faaliyetleri içerisinde hemen hemen her alanla yakından ilişkilidir ve tüm alanların “okuma, yazma, anlama, anlama, kavrama…” edebiyata ihtiyacı vardır. Hatta kişisel gelişim, kültürel gelişim ve ahlaki değerler bakımından insanın edebiyata ihtiyacı vardır. Bu yüzden edebiyat, eğitim ve eğitim sistemi (maarif) içinde önemli yer tutmaktadır.
Bu konuda öncelikle edebiyat eğitim ve maarif kavramlarını açıklayarak edebiyatın eğitim ve eğitim sistemi üzerindeki etkisini somut örneklerle ortaya koymaya çalışacağım.
1) Edebiyat Nedir?
Konu başlığımıza esas teşkil eden EDEBİYAT kelimesi Arapça “edebiyyāt” kelimesinden dilimize geçmiştir ve TDK Güncel Türkçe Sözlüğe göre; “1. [isim] Olay, düşünce, duygu ve hayallerin dil aracılığıyla sözlü veya yazılı olarak biçimlendirilmesi sanatı; yazın (II), gökçe yazın, 2. [isim] Bir bilim kolunun türlü konuları üzerine yazılmış yazı ve eserlerin hepsi; literatür, 3. [isim, mecaz] İçten olmayan, gereksiz, yapmacık, boş sözler” anlamlarında kullanılmaktadır.
2) Eğitim Nedir?
Dilimize Dil Devriminden (1932) sonra Eğit- kelimesinden türetilerek dilimizde giren yeni bir kelime[1] olan EĞİTİM kelimesi ise TDK Güncel Türkçe Sözlüğe göre; “1. [isim] Çocukların ve gençlerin toplum yaşayışında yerlerini almaları için gerekli bilgi, beceri ve anlayışları elde etmelerine, kişiliklerini geliştirmelerine okul içinde veya dışında, doğrudan veya dolaylı yardım etme; terbiye”, 2. [isim, eğitim] “Eğitim bilimi” anlamlarına geliyor.
3) Maarif Nedir?
Burada asıl konumuz olan eğitimde ve eğitim öğretim sistemi, faaliyetleri içerisinde (maarifte) edebiyattan nasıl istifade edilmeli? ya da “Edebiyat ve eğitim arasındaki ilişki nedir?” sorusuna cevap arayacağımız için eğitim sistemi, yani MAARİF kelimesinin anlamına da dikkat kesilmek gerekiyor. Arapça ma‘ārif kelimesinden dilimize geçen MAARİF kelimesi TDK TDK Güncel Türkçe Sözlükte “1. [isim, eskimiş] Bilgi ve kültür, 2. [isim, eskimiş] Öğretim ve eğitim sistemi anlamlarında kullanılıyor.
EDEBİYAT: Duyguların, düşüncelerin, hayallerin ve olayların söz ve yazıyla etkili bir şekilde anlatılması sanatıdır. Kelime, “Güzel ahlak, terbiye, görgü…” anlamlarına gelen Arapça “edeb” kelimesinden gelir. Konusu; insan, hayat ve varlıklardır. Edebiyatın, “sözlü edebiyat” ve “yazılı edebiyat” olmak üzere iki şekli vardır. İfade şekli bakımından da nazım (şiir) ve nesir (düzyazı) olarak ikiye ayrılır. Tanzimat edebiyatı öncesi, “şiir ve inşa (nesir)” kullanılırken, Tanzimat’tan sonra ilk defa İbrahim Şinasi tarafından ifade edilen “edebiyat” kelimesi, bir terim olarak kullanılmaya başlanmıştır.
EDEBİYAT VE İLGİLİ ÇALIŞMALARIN EĞİTİM ÖĞRETİMİN NİTELİKLİ HÂLE GETİRİLMESİ İÇİN ÖNEMLİ VE ETKİLİ BİR ARAÇTIR. BU ARAÇTAN EĞİTİM ÖĞRETİMDE TAM ANLAMIYLA YARARLANABİLMEK İÇİN ŞU HUSUSLAR ÖNEMLİDİR:
1) Basit bir söyleyişle “eğer uygun şartlar sağlanırsa edebiyat, eğitim öğretim faaliyetleri içerisinde her derde deva” bir alandır. Çünkü her dersi öğrenmenin ve temelinde okuma, yazma, dinleme, anlama, anlatım yatmaktadır. Edebiyat, bazı alışkanlıkların ve erdemlerin bireylerde yerleşik hâle gelmesi için bir araçtır. (Okudukça Güzelleşen Okul)
2) Türkçe ders okutan tüm öğretmenlerin (sadece Türkçe ve Türk Dili ve Edebiyatı öğretmenlerinin değil) belirlenecek Türk ve Dünya Klasiklerini yükseköğrenimleri boyunca orijinal çevrilerinden mutlaka okumaları sağlanmalı. Okuma alışkanlığı olmayan öğretmenlerden öğrencilere örnek olup okuma alışkanlığı kazandırmasını nasıl bekleyebiliriz? (Öğretmen yetiştirme ve Köy Enstitüleri örneği)
3) Okul kütüphanelerinin aktif olarak kullanılabilir hâle getirilmesi için gerekli şartlar oluşturulmalı. (Eksersiz)
4) “Kütüphanesiz okul kalmasın” projesi gereksiz bir çalışmaydı. İstatistikler / Sayılar sorun çözmüyor. Okullarda kütüphane var, ancak aktif olarak kullanılmıyor. (3 Numaralı Madde doğrultusunda)
4) Whatped veya diğer uygun içeriğe sahip olmayan yayınların üzerine +18 yazılmalı veya poşete konulmalı. 1117 Numaralı “Küçükleri Muzır Neşriyattan Koruma Kanunu” etkili şekilde uygulanmalı.
5) Ciddi anlamda eser veren yerli yazarların ve şairlerin teşvik edilmesi gerekiyor. Nitelikli eser ortaya koyabilmek için buna şiddetle ihtiyaç var.
6) İlgi gören bir yazar / şair olamk için belli bir zümreye mensup olmak gerekmemeli. (ideoloji, şehir, cemiyet, etkili insanlarla ortak geçmiş vd.)
7) Ayrım yapmadan şair ve yazarların örnek özelliklerinin öğrencilere aktarılması yaralı olacaktır. (sigara kullanmama, okuma, yazma, erdemler…)
8) Okuma projelerini abartıyoruz. Okuma alışkanlığı kazandırılması konusunda sosyal etkinlikler yönetmeliği gayet açık. (Müfredat ve mevzuatlar doğrultusunda çalışmalar yapılmalı)
9) Öğrenci çalışmaları “Ben de yazdım” kitapları yerine okul dergilerinde değerlendirilmeli. Okuma gelişmeden yazma, yazdırma çalışmaları sağlıklı değil. Okumadan yazma düşüncesi geliştirilmemeli.
10) Çocuklara Okuma Alışkanlığı Nasıl Kazandırılabilir? konusunda okul – veli iş birliği sağlanmalı. Hem öğretmenler hem ebeveynler bu konuda çocuklara / öğrencilere örnek olmalı.
Ahmet Hamdi Tanpınar: “Bir edebiyat ‘millî’ olduğu nispette, ‘milletlerarası’ değere sahip olur.”
Goethe: “Edebiyat, dünya vatandaşıdır ve kendini millî gösterdiği ölçüde ilginçtir.”
Friedrich Nietzsche: “Bir ülkede edebiyat ve sanattan çok siyaset konuşuluyorsa, o ülke üçüncü sınıf bir ülkedir.”
Moliere: “Edebiyat; gençliği yetiştirir, yaşlılara zevk verir, ikbalde süs, felakette teselli ve sığınak olur.”
Sonuç:
Milyonlarca öğrenciyi uzaya gönderemeyeceğimize, sadece bilişim teknolojiyle ilgili meslek edindiremeyeceğimize; doktor, mühendisi, diş hekimi, hâkim, savcı, kaymakam, eczacı ya da masa başında memur yapamayacağımıza göre (velev ki yetiştirip yapsak da) mutlaka hayat boyu lazım olacak birtakım becerileri kazandırmak zorundayız.
Sanat | zanaat, spor, el becerilerinin yanında öğrenciye “okuma kültürü ve sevgisi” kazandırmaktır.
Çünkü: “Okuyan insan düşünür. Düşünen insan yorumlar. Yorumlayabilen insanın buluş gücü artar, sorun çözme becerisi gelişir. Buluş gücü artıp sorun çözme becerisi gelişen insan hayatta başarılı olur.”
[1] Eğit-, Eğitim Kelimelerinin Yapısı ve Türkiye Türkçesine Girme Süreci, Sedat Balyemez
6- Nurcan Şarlayan: Estetik ve Estetik Eğitim
Güzel Kavramı
Güzellik sözcüğünden ne anlıyoruz? “Çok iyi”, “yetkin” olan bir şey mi? Yoksa “etik bakımdan yüksek” ya da “çok hoş” olan bir şey mi? Tüm bu farklı nitelikler zaman zaman birbiriyle uyuşan, zaman zaman birbirinden ayrılan farklı değerlerdir. Bir şey hem iyi hem güzel olabileceği gibi, iyi ama güzel olmayabilir; tıpkı, güzel ama iyi olmayabileceği gibi. Nitekim, nitelikli bir kimse çirkin, güzel bir kimse de bayağı olabilir.
Kelime anlamı olarak güzellik kelimesi: “Estetik bir zevk, coşku, hoşlanma duygusu uyandıran nitelik, hüsün.” Güzel ise: “Biçimindeki uyum ve ölçülerindeki denge ile hoşa giderek hayranlık uyandıran, iyi ve hoş olan” şeklinde TDK Türkçe Sözlükte yer alır.
Gerçekte güzellik ilahi bir sıfattır. “Allah güzeldir, güzelliği sever” hadisi güzelliğin anlamını dile getirir. Tevhit ilkesi bütün güzelliklerin yalnız Allah’a ait olduğunu, dolayısıyla Allah’tan başka hiçbir şeyin gerçek anlamda güzel olmadığını ifade eder.
Güzellik idraki, insanın ruhunda meydana getirdiği zevkle, “Allah’ım bunları boşuna yaratmadın!” (Al-i İmran3/191) şeklinde bir tefekküre dönüşür. Tabiatın görkem ve güzelliğinin uyandırdığı şuur, bu güzellikleri bahşedene ulaşır. Bütün bu güzellikleri var eden Allah’ın isimlerine “en güzel isimler” denmesinin sebebi de budur ve en güzel ve en mükemmel O’dur anlamındadır. İbnü’l Arabi; “Allah âlemi en güzel şekilde yaratmış ve türlü çeşit güzelliklerle süslemiştir. Gayba ait hikmetleri de bu âleme yerleştirmiştir.” Der.
“Manevi güzellik” kavramı ise, bir insanın karakterinin etik değerini belirtmek üzere, kullanılır. İnsanın manevi yapısını, uyumunu, manevi “orantı”sını gösterdiği zaman, kendine özgü estetik bir anlam yükünü de içerir. Onun için, güzel insan ideali, “her yönüyle uyumlu olarak gelişmiş “insan”dır. Bir insan estetik olarak çeşitli yönlerde değerlendirilebilir. Ahlaki bakımdan değerli bir özelliğin, kahramanlık, yardımseverlik yönünün tek yanlı gelişmesi, yücelik olarak algılanabileceği gibi; o karaktere bencillik, kendi yararını düşünürlük gibi duyguların üstün çıktığı durumlarda kötü olarak da algılanabilir. Ama bu her iki halde de, insanın manevi yanının taşıdığı estetik değer, içeriğin biçimlenmiş halidir.
Bir kimsenin davranışının bütüncül bir özellik kazanabilmesi için, o insanın yaptığı işin ahlakça zorunluluğunun bilincinde olması ve bunu kendinde duyması yeterli olmayıp, aynı zamanda yaptığı o işin güzelliğinin ya da yüceliğinin de bilincinde olması, bunu duyması gerekir.
İyi işi yapmak için kalb-i selîm’e (Temiz kalp, Allaha gönülden bağlanmış); işi iyi yapmak için deneyime; Doğru işi yapmak için akl-i selîm’e (sağduyu); işi doğru yapmak için bilgiye; Güzel işi yapmak için zevk-i selîme(mükemmel zevk); işi güzel yapmak için edebe ihtiyaç vardır. Hepsini birlikte yapmak için ise irfâna (İ. Fazlıoğlu).
Estetik Nedir?
Estetik sözcüğü Grekçe kökenli bir sözcük olup ‘‘duyum, duyular, algı; duygularla algılamak anlamına gelir. Estetik aynı zamanda bir bakış biçimi ve bir öngörüdür. Bir genel beğeni düzenidir, bu beğeniyi somutlaştıran kurallar sistemidir.
Estetik, “gerçekliğin insanlar tarafından estetik özümlenmesinin bilimi” olarak da tanımlanmaktadır. “Estetik” kelimesi Arapça’da İlmü’l-cemâl “güzellik bilimi” olarak yer alır. Türkçe’de ise Allah’ın yaratmasındaki eşsizliği ifade eden bedî kelimesinden türetilen bedîiyyât kelimesi bir dönem kullanılmış, daha sonra ise dilimize estetik olarak yerleşmiştir. Estetik, güzelin bilimi diye de tanımlanıp aynı zamanda bir bakış biçimi ve bir öngörüdür. Bir genel beğeni düzenidir, bu beğeniyi somutlaştıran kurallar sistemidir.
Klasik açıdan bakacak olursak, estetik kavramı güzelin ne olup olmadığını cevaplamakla uğraşan bir felsefe alanı olarak tarif edilebilir. Bu açıdan, estetik, güzel ile sanatın birlikte ne anlama geldiği konusunda incelemeler yapan fikir bütününün bir ürünü, bir sonucudur.
Platon, estetiği, konusu olan “güzel”, felsefi bilginin konusu olan “doğru” ve ahlaksal bilginin konusu olan “iyi” ile birlikte incelenmiştir. Platon ve Aristoteles “estetik” çerçevesi içinde müzik, şiir, heykel, mimarlık ve tiyatro gibi sanat alanlarını toplumun temel kurumları olarak görmüşlerdir.
“Güzelin bilimi” olarak estetiğin en önemli yönlerinden birisi de etik olanla ilişkisinde açığa çıkar. Her ne kadar gündelik kullanımında veya klasik felsefede birbirinden ayrı olarak değerlendirilmeye ve sınırları çizilmeye çalışılsa da güzel ve iyinin birbirinin yerine kullanılacak kadar özdeşleştirilmesi estetiğin etik bir çerçevede ele alınmasını gerekli kılmaktadır.
Eğer estetik kavramının insanın ahlaki özelliklerini anlatmak için kullanıyorsak, O zaman buna etik bir anlam katıyoruzdur. Bu durumda bu kavramın içeriği ile etik uğraşır. Estetik biliminin birincil araştırma nesnesi güzellik ya da güzel olandır. “Çekici, zarif, yüce, kahramansı, dramatik ve trajik; bunların karşıt kavramları olan çirkin, bayağı ve komik olan” gibi kavramlar da estetiğin konusudur.
Estetik, sanatı, günlük hayatı, doğal yaşamı, çevreyi, sosyal ve kişisel ilişkilerin tamamını kapsar.
Estetik anlayış ise güzelliği hissetmeye ve bulmaya çalışmaktır. Estetik anlayışa sahip olmak da güzelliği anlamak ve içeriğin özüne inme yeterliliğine sahip olmak demektir.
Eserin konusu ya da eserde görünen bir sembol, bireyin zihninde hatırlama, özlem duyma, üzüntü duyma gibi duygular oluşturmaktadır. Bu oluşumun sonunda ortaya çıkan tepki ise etkilenme veya beğeni olarak kendini göstermektedir. Okunan bir romanı beğeni, romanın içeriğindeki temalara anlam yüklememiz ile gerçekleşir.
Estetik Eğitim
Günümüzde sadece aklı temel alan dünyaya karşı çocukların bir denge unsuru olarak güzel şeyleri deneyimlemeyi, hissetmeyi ve zevk almayı öğrenmeleri için, estetik eğitime ihtiyaçları bulunmaktadır. Okullar, akademik, mesleki bilgi ve becerilerin geliştirilmesi için çabalarken, çocuğun kişiliğinin diğer boyutlarını (duygular, hisler, manevi değerler) ihmal ettiğinden, çocukların eğitiminin sanat ve güzellikten zevk alma yeteneğini geliştirmek ve kişinin iç ve dış yaşamında orantı, uyum ve güzellik duygusuna göre hareket etme yönleri eksik kalmaktadır.
Estetik eğitim, pratikte doğa ya da sanat yapıtları karşısında kendine özgü, onlardan hoşlanmak ya da onlardan zevk almak ve onları “güzel”, “hoş” gibi estetik değerlerle değerlendirmek anlamına gelir.
Estetik eğitimin en önemli amaç ve hedefleri şu şekilde tanımlanabilir: Estetik algıyı geliştirmek; güzeli deneyimlemek, estetik duyguyu ve orantı duygusunu geliştirmek ve ifade etmek; doğa ve kişilerarası ilişkilerde güzel olana karşı farkındalık geliştirmek.
Güzellik etrafımızda her yerde bulunabilir, ancak nesnel olarak var olmasına rağmen biz fark etmedikçe görünmez. Her fark etme, bu yeteneğin gelişiminde belirli bir seviye gerektirir. Çocuğun, nesneleri ve formları fark etme yeteneği gelişmemişse belirli şekilleri fark edemez. Estetik ilişki, estetik niteliklerin fark edilmesiyle başlar. Estetik niteliklerin deneyimlenmesi heyecan, neşe ve iyimserlik duygularının uyandırılmasını sağlayarak çocuğu kendi sanatını üretmeye teşvik eder.
Estetik eğitim süreci boyunca, öğretmen çeşitli bilgi, yetenek ve değerlendirme kriterlerine hakim olmalıdır. Bu hakimiyeti onlara güzeli güzel olmayandan, estetik açıdan değerli olanı değersiz olandan ayırt etmeyi kavramalarına katkı sağlayacaktır. Bu şekilde, çocuk güzel olanı yargılama ve değerlendirme temellerini geliştirebilecektir.
Estetik Eğitimi ve Eğitim Sürecinin Planlanması
Her ders estetik yeteneklerin geliştirilmesi için fırsatlar sunar. Ancak, soru şu ki, öğretmenler (sınıf öğretmenleri, sanat dersi öğretmenleri, branş öğretmenleri, yükseköğrenimdeki öğretmenler) estetik boyutla ilgili hedefler oluşturmanın öneminin ne ölçüde farkındalar; planlanan ve uygulanan okul müfredatlarında uygulama yeteneğine sahipler mi, esas soru estetik eğitimin hedefleri müfredatta ne kadar yer almakta.
Estetik eğitimin nihai hedefi, sanat bilgisi edindirmek değildir. Öğrenciyi sanatla tanıştırmak, estetik deneyim yaşatmaktır. Okul, çeşitli dersler içerisinde estetik eğitimin hedeflerine ulaşmak için temel görev almalıdır. Okullarda öğretmenlerin uygun rehberliği ve sanatçılarla çalışma, bireyin ve tüm ulusun kültürel seviyesini yükseltir. Nasıl dersek:
Bir toplumda oluşan ve yerleşik hale gelen kültürü değiştirmenin uzun zaman alacağı ve ancak nesilden nesile aktarılarak mümkün olacağı bilinmektedir. Görsel sanatlar derslerinde ilköğretim çağından itibaren öğrencilere ilgili dersin öğretmenleri tarafından aktarılan görsel kültür eğitimi süreci sonucunda o toplumdaki görsel kültür algısı değiştirilebilecektir. Unutulmaya yüz tutmuş geleneksel sanatlar, onların adabı, kuralları, sergisi birer kültür ögesidir.
Estetik Sanat Eğitimi
Sanat eğitimi güzel olanı sezebilmeyi, algılayabilmeyi, kendini doğru tanıyabilmeyi ve ifade edebilmeyi, estetik yargıda bulunabilmeyi amaçlar. O nedenle sanat eğitiminin amacının, sanatçı yetiştirmek değil; her öğrenciyi sezgiye, keşfetmeye, bulmaya, yeni keşiflere yönlendirip, öğrencinin bilgi, zihin, duygu ve duyu gereksinimlerini karşılamak olduğu söylenebilir.
Okul eğitimi, öğrenciye bazı bilgileri aşılamadan önce, öğrenmesini öğretmeli ve öğrenmeyi kolaylaştıran; alıcılığı, algı ve duyu gücünü, olaylara çok yönlü yaklaşım ile sorunlara çözüm getirebilecek keşfedici yeteneği vermelidir. Tüm bu yetenekler ise estetik bir algı ve estetik bir yaşantı ile geçekleşebilir.
Çocukların dil becerilerinin yeterince gelişmediği ilkokul döneminde, kendini ifade etmenin bir biçimi olarak sanat, çocuklar büyüyüp geliştikçe, yeni duyguları ortaya çıktıkça kendini ifade etmekte zorlanan gençler için sanat, rahatlatıcı bir ortam ve kendini ifade etme ortamı sunar.
Sanatın müfredata dahil edilmesi öğrencilerin ahlaki gelişimi açısından da fayda sağlayacaktır. Mesela çocuklara ahlaki kuralları ve uygun görgü kurallarını öğretmede hikayelerin rolü vardır. Gençlerin ahlaki eğilimlerini geliştiren farklı argümanlar, ahlaki alışkanlıkların geliştirilmesine katkı sağlar. Soyut resimler ve bazı müzik eserleri yine bu karakterdedir. Müziğin ve şiirin ahlaki açıdan eğitici potansiyelin olduğu az çok bilinmektedir. Hikayeler ve dini, kültürel içerikli filmler de duyguları ve fikirleri harekete geçirerek motive etmektedir.
Sanatın ve edebiyatın kendimize dair anlayışımızı derinleştirme gücü; insan erdeminin, karakterinin ve duyarlılığının ahlaki ve estetik oluşumunda kilit bir role sahiptir.
Estetik eğitimden amaç güzeli arayan, güzellik kaygısı ve estetik duyarlılık taşıyan insanlar yetiştirmektir. Estetik bilincin kazandırılmasından beklenen de: konuştuğu zaman sözünü güzel söyleyen, yazdığını güzel yazan, davranışları nahif bireyler yetiştirmektir.
Ahlaki ilkelerin hayata geçirilmesi ile estetik eğitim gerçekleşebilir. Çünkü insanın güzelliği ahlakının güzelliğinde gizlidir.
Kaynakça
BALCI, S. K. (2015, Ağustos 20). SANAT EĞİTİMİ ALAN BİREYLERDE ESTETİK ALGI OLUŞTURMAK İÇİN GÖRSEL KÜLTÜR EĞİTİMİNİN GEREKLİLİĞİ. International Journal of Social Science , s. 465-477.
Denac, O. (2014, Agust 24). The Significance and Role of Aesthetic Education in Schooling. Faculty of Education, University of Maribor, Maribor, Slovenia .
Fazlıoğlu, İ. (2024, Haziran). Varlık’ın edebini gözetmeyen varolanlarla te’dîb edilir. DÜŞÜNEN ŞEHİR- Şehir ve Adap, s. 4-9.
KAGAN, S. M. (2008). Estetik ve Sanat Notları. İzmir: Karakalem Kitabevi.
Muzyka, O., Lopatiuk, Y., Belinska, T., Belozerskaya, A., & Shvets, I. (2021, June 09). Modern Aesthetic Education and Its Further . Linguistics and Culture Review, s. 12-21.
ÖZBAL, N., & AYDOĞAN, İ. (2017). EĞİTİMDE ESTETİĞİN GEREKLİLİĞİ VE OLUŞUMU ÜZERİNE BİR İNCELEME. Kırıkkale Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, s. 249-260.
7- Prof. Dr. İbrahim BAZ: SOSYAL DEĞİŞİMLER VE DİN EĞİTİMİ AÇISINDAN TASAVVUFÎ EĞİTİM İMKANLARI
Yaşadığımız zaman diliminde birçok alanda olduğu gibi insanların öğrenme süreçlerini ve sahip olduğu değerleri derinden etkileyen mekânsal boyutta iki köklü değişim gerçekleşti. Bunlardan ilki, binlerce yıldır kırsalda ve yatay boyutta yaşayan insanlar şehirlere göç etti. İkincisi ise yaşam mekanlarının iç içe geçtiği geleneksel şehir tasarımlarından, iç içe geçmişliği sonlandıran üst üste fakat ayrıştırıcı yeni şehir tasarımlarına doğru bir dönüşüm yaşandı. Sanayi kültürünün ve seküler zihnin yapılandırması olan şehirlerdeki bu değişim neticesinde, bozulan iç içe geçmiş mekânsal ayrışmaların bir tezahürü olarak bilgi okullara, bilim üniversitelere, din mabetlere veya vicdanlara hasredildi. Sonuçta parçalı ve yaralı bir insan ortaya çıktı.
Geleneksel şehir tasarımlarının temel taşı olan mahalle kültüründe ahlak ve milli değerler bağlayıcı bir unsur iken, mahallesiz yeni şehir tasarımlarında böyle bir bağlayıcılık olmadığı gibi, ahlaklı ve değerlere saygılı olma zarureti veya bunları öğrenme ortamları da azaldı. Unutmamak gerekir ki geleneksel toplum tasarımında ahlak ve değer öğretilen değil, öğrenilen bir olgu idi ve öncelikle aile, ardından okul ve sosyal çevrede doğal olarak öğrenilirdi.
Günümüz yeni şehir tasarımlarında ve yaşam biçimlerinde geleneksel anlamdaki bilgi, ahlak, değer ve kültür aktarım/ öğretim ortamları gücünü kaybederken, buna karşılık yeni bir öğrenme ortamı olarak sosyal medya ve dijital mecralar orta çıktı. Bu yeni ortam; coğrafya, kültür, din ve dil fark etmeksizin insanoğlunun binlerce yıldır biriktirdiği bütün dini ve beşerî değerleri sonlandırarak, onların yerine üretilen proje değerleri ikame etmeye başladı. Böylece adına gelenek denilen ve geçmişten getirilen bütün değerler değersiz hale gelmeye ve bu değersizlik (Valus Clarification) bir yaşam biçimi olarak dayatılmaya başlandı. Dini açıdan bakıldığında, dayatılan bu yaşam tarzı, ibadetin ve ahlak normlarının bulunmadığı, kişinin kendi dışında hiçbir kimseden onay almak zorunda olmayıp kendi iç değerlerinin (inner Values) yeterli kabul edildiği ateist/deist arasında dolaşan bir inanç/yaşam biçimdir. Bu yaşam biçiminin taşıyıcılarından Deizm Derneği, kendisine slogan olarak “Artık Özgürsünüz” cümlesini seçerken özellikle genç kitlelerin özgürlük konusundaki hassasiyetlerine bir kapı aralamakta ve “Yaratıcı sevdirir, din savaştırır. Din ötekileştirir, Tanrı birleştirir” (Deizm Derneği Kuruluş Bildirgesi, 2020) gibi aforizmalarla bu kapıdan içeri girecek gençler aramaktadır.
Yaşanan bu olumsuz gerçekliğe rağmen iyiliği önemseyen, dinine ve değerlerine bağlı, bu değerleri yaşatmak ve öğretmek için büyük bir hayret gösteren çok geniş bir kitle de mevcuttur. Ancak belki de temel sorun bunların görünür olma imkân ve mekanlarının azalmasıdır. Öğrenmenin gerçekleşmesinde görmenin etkisi dikkate alındığında, yeni yaşam tarzını benimseyenlerin en azından bir kısmını suçlamak yerine, kendilerine sunulan ve gösterileni öğrendiklerini söylemek doğru bir ifade olacaktır.
Biz de bu yazımızda görerek öğrenmenin esas olduğu, bilinilirliği azalan ancak Ahmed Yesevî, Mevlânâ ve Yunus Emre büyük insanları yetiştiren bir eğitim yöntemi olan tasavvufun insan yetiştirme usullerinden birkaç ana başlığa dikkat çekmek istedik.
Bilindiği üzere bütün eğitim sistemleri, ara hedefleri de kapsayan temel bir gayeye sahiptir ve öğrencisinin düşünce, duygu ve davranış açısından bu gayeye yönelmesini, bu gayeye uygun şekilde eğilmesini ister. Ancak öğrencinin bu gaye yönünde eğilmesi ve şekillenmesinde; öğrencinin istek ve kapasitesinin, eğitim ortamının, eğiticinin tecrübesinin ve kullandığı yöntemlerin her birinin özel bir yeri ve etkisi bulunmaktadır.
Tasavvufî eğitimin temel gayesi, Allah’la irtibatlı bir hayatı yaşamının yollarını ve biçimlerini uygulamalı şekilde öğretmektir. Öğretilen bu hayat tarzı, günümüz ifadesiyle dini hayat denilen indirgenmiş parçalı bir hayat değil, ömür denilen sürecin bütün an ve alanlarını kapsayan bütüncül bir yaklaşıma sahiptir. Bir başka ifade ile normatif kuralların öğretilerek pratiğe aktarıldığı bir ibadetler silsilesi olmayıp, hayatı ibadete dönüştürme anlayışıdır.
Tasavvufî eğitimin ilk aşamasında, insanın içine eğilmesi ve başkalarına bakmaktan dolayı yıllarca ihmal ettiği kendini görmesi hedeflenir. Dolayısıyla modern eğitim yaklaşımlarının putlaştırdığı bilim, tasavvufi eğitimin ilk hedefi değildir. İlk hedef, insanın kendini bilmesidir. İnsan, bilme eyleminin hem öznesi hem de öncelikli nesnesidir.
Bu eğitim, öncelikle insanı kendisiyle tanıştırmayı, kendine kendini anlatmayı ve kendisiyle yüzleşmeyi öğretir. Bu yüzleşme mahcup etmeyen mahrem bir yüzleşmedir. Yüzleşmenin gayesi iyileştirilecek ve geliştirilecek alanların tespiti ve kabullenilmesidir. Kabullenme neticesinde, yanlış ve kötülerin iyileriyle değiştirilmesinde bizzat kişinin istekli olması (talip) ve bu yönde irade ortaya koyması (mürid) beklenir.
Tasavvufî eğitimin en özgün yanlarından biri topluluk içinde kişiye özel bir eğitim olmasıdır. Çünkü her insan biriciktir. İnsan, “varlıkların en şereflisidir” ancak içinde bulunduğu haliyle değil, potansiyel olarak böyledir. Tasavvufî eğitim işte bu şerefli yanları yüze çıkarmak için bir zaruret olarak görülür.
Sufiler kişiye özel bu eğitimi ifade etmek için “Allah’a giden yollar mahlukun nefesleri kadardır” demiştir. Böylece herkesin hali, kapasitesi ve gayreti öğrenci açısından bu eğitimin belirleyici unsuru haline gelmiştir. Herkese en başta bir temel ve ortak eğitim verildikten sonra kişiye özel eğitime geçilmiştir.
Tasavvufî eğitim (seyr u sülûk) içerik itibariyle iki temel sürece ayrılır.
Eğitimin başında, kişinin bir yönüyle kendinde olmaması hali olarak kabul edilen gaflete vesile olan adet ve alışkanlıkları terk ederek (tevbe), eğitime başlamadan önceki hayatında ihmal ettiği ibadetlere yönelmesi istenir. Eğitimin bu aşaması daha ziyade bedene yönelik, somut ve dışa dönüktür. Namaz, oruç, Kur’an okuma gibi ibadetler aksatılmadan, özenle ve hatta özlenerek yapılmaya çalışılır.
Eğitimin ilerleyen sürecinde, farz ibadetlerin yanına nafile ibadet ve zikirler eklenir. Bu aşamada, geçmişte yaşamış olan sûfi büyüklerin sözleri ve halleri sohbetlerde dinlenerek onların tecrübe edilmiş halleriyle hallenmenin gayretine girilir. Bu aşamada sohbet, eğitimin en önemli yöntemidir. Sohbetin konusu genellikle güncel ve güncelliği hiçbir zaman bitmeyen hayatın anlamı, ölüm ve iyilik gibi kadîm konulardır.
Bu aşamaların ilkinde sâlik denilen tasavvufî eğitimin öğrencisinden her an ve her yerde Allah tarafından görüldüğünü bilerek yaşaması, ikinci aşamasında ise görülmenin yanına görerek yaşaması gaye olarak belirlenir.
Yaratılmışın hepsinde yaratanı görerek, yaratılmışı yaratandan ötürü severek yaşamak. İşte bu duruma, güzellik anlamına gelen (ihsan) denilmiştir ki gözün ve gönlün güzelleşmesi ve güzel görmeye başlamasını ifade eder. Gül dalına bakarken, dikensiz olmayacağını bilip, dikenleri görmekle birlikte güle bakmayı ve gülce konuşmayı tercih etmektir.
Allah’la irtibatlı hayatı öğrenmenin ve yaşamanın aşamalarından oluşan bu eğitim süreçlerin her birine ayrı isim verilmiştir.
Eğitimin ilk aşamasında, gayenin düzeltilmesi ve bu gayenin daimî bir şuur düzeyine getirilmesi hedeflenir. Bu gaye, Allah’tır. “Allah’tan geldik ve yeniden Allah’a döneceğiz” denilerek Allah’a doğru bilinçli bir yolculuk (seyr ilallah) yapılması hedeflenir.
İkinci aşamada her işi Allah için (seyr lillah) yapma şuuru kazandırılmaya çalışılır.
Üçüncü aşamada, her an Allah’ın kişiyi gördüğü ve yanında ve yakınında bulunduğu, tek başına kaldığı yerlerde bile yalnız olmadığı bilinci ve hissi ile bir nevi Allah ile (seyr maallah) yaşadığını unutmadan ömrünü sürdürme alışkanlığı kazandırılmaya çalışılır.
Bu dönemde, zikrettiği Allah’ın isim ve sıfatlarını hayatına tatbik ederek yaşamak (seyr fillah), merhameti merhem eyleyip (Rahman) muhtaçlara vermek, insanların ayıplarını örtüp (Settar) kendi eksiklerine odaklanmak gibi alışkanlıklar kazandırılması hedeflenir. Bu isimler ve sıfatların kişide bir hale ve davranışa dönüşmesi ise “Allah’ın boyası ile boyanmak” olarak kabul edilir.
Nihayet yolun sonunda, namazda Allah’ın huzurunda dururken selamla huzurdan ayrılmak gibi, eğitim sürecindeki tenhalıkta tek kalıp Allah’ın huzurunda geçtiği kabul edilen inzivadan ayrılıp (seyr anillah) yeniden ve yenilenmiş olarak kulların arasına girmek gaye olarak öğretilir.
Ama bu sefer sûreten aynı, sîreten bir başka insan olarak insanların arasına girmek.
Kem âlât ile kemâlât olmadığını yaşayıp öğrenerek.
Sonuç olarak, tasavvufî eğitim, süreçleri ve sonuçları itibariyle tecrübe ve test edilmiş bir eğitim yöntemidir. Güncellenmesi ile ilgili hem içi he de dış etkenler nedeniyle yeterince başarılı olunamamıştır. Sosyal bilimlerin yalnız geçmişin ve güncelin tespit ve tahlillerini yapmak değil, geleceğe doğru öngörülerde bulunup bir projeksiyon ve tasarımlarda bulunma zarureti olduğu dikkate alınarak yapılacak çalıştayda tasavvufî eğitimin imkanlarından nasıl istifade edilebileceği ortaya konulur.
8. Leyla Yıldız: Yerelden Evrensele, Değerden Eyleme Bir Okuma Kültürünün İnşâsı
Eğitim sistemindeki temel paradigma, insanın inşâsı olmalıdır. İnşâ edilecek bu insan modeli, küresel dünyada kendi inancı ve insanî değerleriyle var olacak, öz benliğine sahip çıkacak, kültürel zenginliğini muhâfaza edecek, vatan ve millet ülküsüne sarılmış bir insan prototipi olmalıdır. Pergel metaforundaki gibi bu insan modelinin bir ayağı, mîmârî formu ve mûsikî zevki gibi yüzyıllardır süregelen kendi medeniyet kıymetlerinde diğer ayağı evrensel değerlerde olmalı. Çünkü yerel olmadan evrensel olunamaz.
Ne yazık ki gündüz örülüp gece sökülen ve Penelope’nun örgüsünü çağrıştıran bugünkü bu “yap boz sistemi”nde vatan sevgisi, millet olma bilincinden uzak; aidiyet duygusu zayıf, tarihine yabancı, sosyal olaylara kayıtsız ve cellâdına âşık bir nesil yetişiyor. Bu gençliğin nazarında tarih, 1923’ten îtibâren başlıyor.
Bu kuşak; Berlin’i, Londra’yı, Viyana’yı, Paris’i, Toronto’yu, New York’u refâhın, hür düşüncenin, özgür yaşayışın hatta adâletin ve insan haklarının kalesi gibi görüyor. Memleketinden fersah fersah kaçmak histerisiyle, -tabiri câizse- ilk fırsatta kapağı Almanya’ya, Kanada’ya ve Amerika’ya atmak istiyor.
Bir teze göre eğitim sözcüğü, etimolojik olarak “iğdiş etmek” filinin de bağlı olduğu “iğitmek” kökünden türetilmiştir. Diyebiliriz ki bugünkü eğitim sistemi, kafaları iğdiş ederek hedefine doğru yol alıyor.
Günümüz gençliğinin nazarında eğitim; çok para kazanma, yüksek maaş, iyi bir iş ve geçim vâsıtası görülüyor. Söz konusu kuşağın alâmet-i fârikası “sabırsızlık” olduğundan bu kuşak, bir an önce emeğinin karşılığını alıp derhâl hayata atılmak istiyor. Nitelikli bir insan olmak yerine iyi bir kariyer sahibi olmayı hedefliyor. Yani eğitim; konfora, lükse, benmerkezciliğe yatırım aracı görülüyor. Çünkü “hayata henüz atılacak gence, ‘adam olma’ ideali yerine ‘zengin olma’ ihtirası aşılanıyor.”
O halde bize lâzım olan ne?
Nurettin Topçu’nun ifâde tarzıyla söylersek; bize bir “insan mektebi” lâzım! Bir mektep ki bizi kendi rûhumuza kavuştursun. Bu mektep, her hareketimizin ahlâkî değeri olduğunu tanıtsın. Hayâya hayran gönüller, insanlığı seven temiz yürekler yetiştirsin. Her ferdimizi milletimizin târihi içinde aratsın. Vicdanlarımıza, her an Allâh’ın huzurunda yaşamayı öğretsin.[1]
Peki, değerlerin hızla tüketildiği bir çağda insanî değerlere ve millî kimliğe hâiz bu gençliği nasıl yetiştireceğiz?
Bilindiği üzere mevcût sistemde öğretmen, “tam sorumlu, hiç yetkisiz.” İnisiyatif kullanamıyor. Eğitim politikalarını kim planlıyorsa varlığını ona armağan ediyor. Fakat biz, Türkiye Yüzyılı Maarif Modelinin bize tanımladığı sınırlar içinde her hakkı fırsata çevireceğiz.
Çünkü yine Topçu’nun tespitiyle yarınki Türkiye’nin kurucuları, yaşama zevkini bırakıp yaşatma aşkına gönül verecek, sabırlı ve azimli, lâkin gösterişsiz ve nümâyişsiz çalışan, rûh cephesinin maden işçileri olacaklardır.[2]
Biz edebiyat öğretmenleri, evvela okuma kültürünü inşâ edeceğiz. Okumak, beyinde sinir hücreleri arasında bağlantı kurarak beyni geliştirir. Okumak, zihni keskinleştirip kalbi inceltir. Ve okumak, aklı düşünmek için eğitir.
Şahsî kanaatim, kimlik inşâsında okumanın büyü te’sîri var. Okuyan, düşünce üreten; fikirlerini uygun platformlarda paylaşan, arkadaşlarıyla tartışan ve eyleme geçiren gençler umutlarımızı yeşertecektir. “Bir kitap okudum, hayatım değişti.” diyenlerin varlığını unutmayalım.
Edebiyat derslerinde haftada bir saatimizi okumaya, bir saatimizi de okuduklarımız üzerinde müzâkere etmeye ayıralım. İlk önce vasat kitaplardan ya da popüler kültürün dayattığı piyasa kitaplarından âzâde kılalım gençliği.
“İkra’!”[3] diye başlamıyor mu Yüce Yaratıcı bizimle konuşmaya? “Okuyun!” diyor Ali Şeriâtî, “Okuyun!” “Çünkü mürekkebin akmadığı yerde kan akıyor!”[4]
Şimdi asıl soru şu: Yerli ve millî kimlik inşâsı için liselerde kimleri ve hangi eserleri okutalım? Benim nâçîzâne önerim şöyledir:
– Soy soylayıp boy boylayan, adı güzel Muhammed’e salâvat getiren Dedem Korkut’u okutalım.
– “Okumaktan mânâ ne/ Kişi Hakkı bilmektir/ Çün okudun bilmezsin/Ha bir kuru emektir.”[5] diyen değerlerimizin ve Türkçenin zirve şâiri Yunus Emre’nin “Divân”ını okutalım.
– Sokakta barut fıçısı üzerinde oynayan, toza bulanmış kız çocuklarının söylediği “Aç kapıyı bezirgânbaşı, bezirgânbaşı/ Kapı hakkı ne verirsin? Ne verirsin?” türküsünü duyunca “Devam etmesi lazım gelen, işte bu türküdür. Her şey değişebilir ancak çocuklarımız bu türküyü söyleyerek, bu oyunu oynayarak büyümeli.”[6] diye kendi düşüncesini romanın baş kahramanı Mümtaz’a söyleten ve modernin karşısına geleneği çıkaran Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Huzur” romanını okutalım. Ve yine onun “Beş Şehir” şehrengîzini, “Sahnenin Dışındakiler”, “Saatleri Ayarlama Enstitüsü”nü okutalım.
Kafka’yı, Goethe’yi, Shakespeare’i okutmadan önce Tanpınar’ı okutalım. “Bizim edebiyatımız güçlü bir edebiyat değil.” tezini savunan gençler için de okutalım Tanpınar’ı. Okusun ki ezberi bozulsun.
– “Kâmus, bir milletin hâfızası, yani kendisi; heyecânıyla hassasiyetiyle şuûruyla… Kâmusa uzanan el nâmûsa uzanmıştır.”[7] Ve “İzmler idrakimize giydirilmiş deli gömlekleridir.”[8] diye bam teline dokunan Cemil Meriç’in “Bu Ülke”sini okutalım.
– Geçmişi unutturulmuş, rûhunu yeni efendisinin emrine sunmuş, kendi değerlerine, ailesine, halkına bilinçsizce ihânet eden “mankurt”u ve “mankunkurtlaşma”yı konu edinen Cengiz Aytmatov’un “Gün Olur Asra Bedel”ini okutalım.
– “Etmeyin Reis Bey siz ağlayamazsınız; ağlayabilseydiniz, anlayabilirdiniz. (…) Siz merhametten, acıma duygusundan yalnız kötülük doğacağına inanmışsınız.”[9] diyen Necip Fazıl’ın katı adalet anlayışından merhamete geçişin öyküsünü içeren tiyatro eseri “Reis Bey”i okutalım.
– “Allah’a inanmayan çağ, ölü bir çağdır. Çağ, Allah’a inanmakla dirilecektir.”[10] diye söze başlayan Sezai Karakoç’un “Ruhun Dirilişi”ni okutalım.
– “Ey Osmancık bundan böyle, bölmek bize, bütünlemek sana; üşengenlik bize, gayret sana; uyuşukluk bize, rahat bize, uyarmak, şevklendirmek, gayretlendirmek sana.”[11] diyen Tarık Buğra’nın tarihî romanı “Osmancık”ı okutalım.
-İnsana, aileye, topluma “gerçekçi” ve “merhametli” bir gözle bakan; karmaşık şehir hayatına karşı tabiata, inanca ve yerli kaynaklara yönelme çabası içinde olan Mustafa Kutlu’nun hikâyelerini okutalım.
– Dil estetiği ve dil bilinci aşılayan Nihat Sami Banarlı’nın “Türkçenin Sırları”nı okutalım.
-Yerliliğe ve milliliğe dikkat çeken Samiha Ayverdi’nin “İbrahim Efendi’nin Konağı”nı okutalım.
“İnsanı okumak kurtarır.”[12] diyor John Ruskin. Evet, değer aktarımı, dil bilinci, yerli ve milli kimlik inşâsı kuru nasihatler, sürekli değişen tekdüze müfredat programlarıyla değil okumanın efsûnlu te’sîriyle mümkün oluyor.
Bu vesileyle külliyat okumaları çok mühimdir. Hatta seçtiğimiz bir yazar üzerinde bir eğitim-öğretim dönemini kapsayan, planlı programlı analitik okumalar yapalım. Yıl sonunda o yazarın eserleri üzerine farklı bir platformda çalıştay yapalım. Çalıştayın bitiminde gençlerin sorularına cevap verecek, alanında uzman biri veya birileriyle buluşturalım.
Okunan kitaplar ya da okutulan yazarlar üzerine paneller düzenleyelim. Gençleri konuşturalım. Derslere elimizde edebî bir eserle girerek onlara rol model teşkil edelim. Unutmayalım ki genç, bizi hangi kitabı okurken görüyorsa farkında olmadan o kitabı okumaya yönelecektir.
Okutmakta sihirli formül tâkip. Sene başında okunacak kitaplar listesini belirleyip sonra okumaları tâkibe almak. Ve ebetteki her hafta düzenli şekilde- öğrenciyi merkeze koyarak- bu eserlerin müzakeresini yapmak.
“Hikmet, müminin yitik malıdır.”[13] Kimlik karmaşasının, aşağılık duygusunun önüne geçmek için önce yerli eserleri sonra kıymete hâiz evrensel eserleri okutalım. Unutmayalım ki;
“İlim bir lücce-i bî-sâhildir
Anda ârif geçinen câhildir.”[14]
Yerelden evrensele, değerden eyleme bir okuma kültürünün inşâsı ile kanatlandıralım genci.
Yalnızca medeniyete uyum sağlayan bir nesil değil, etkin olarak medeniyet kurucusu ve geliştiricisi bilge nesiller yetiştirmeyi hedefleyen Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli, umuyoruz ki “erdem-değer-eylem”[15] idealini, bir eğitim modeli olarak inşâ etmeye muvaffak olur.
Leyla Yıldız
Kaynakça:
- Buğra, T. (2023). Osmancık, İstanbul: Ötüken Neşriyat.
- Gökçe, E. (2018). Berceste Beyitler-1, İstanbul: Ötüken Neşriyat.
- Gölpınarlı, A. (2006). Yunus Emre – Hayatı ve Bütün Şiirleri, (18. Basım). İstanbul: İş Bankası Yayınları.
- Hüküm, M. (2023). Yerli Bir Modernleşme Eleştirisi Olarak Mustafa Kutlu’nun Tarla Kuşunun Sesi Adlı Uzun Hikâyesi, Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi (TUDED), ss: 449-475, Cilt: 63, Sayı: 2, İstanbul Üniversitesi.
- Kara, İ. (2017). Nurettin Topçu Hayatı ve Bibliyografyası, (2. Baskı). İstanbul: Dergâh Yayınları.
- Karakoç, S. (2020). Ruhun Dirilişi, İstanbul: Diriliş Yayınları.
- Kısakürek, N.F. (2011). Reis Bey, (24. Baskı). İstanbul: Büyük Doğu Yayınları.
- Meriç, C. (2004). Bu Ülke, (25. Baskı). İstanbul: İletişim Yayınları.
- Ruskin, J. (2017). Susam ve Zambaklar, (Z. Kaplantaş, Çev.) İstanbul: Şule Yayınları.
- Şerîatî, A. (2009). Öze Dönüş, (2. Baskı). Ankara: Fecr Yayınları.
- T. C. Millî Eğitim Bakanlığı, “Köklerden Geleceğe” Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli, https://tonya.meb.gov.tr/www/koklerden-gelecege-turkiye-yuzyili-maarif-modeli/icerik/764, Güncelleme Tarihi: 03.05.2024, Erişim Tarihi: 11. 09. 2024.
- Tanpınar, A. H. (2009). Huzur, (17. baskı). İstanbul: Dergâh Yayınları.
- Tirmizi, İlim 19; İbn Mâce, Zühd 17.
- Topçu, N. (1997). Türkiye’nin Maarif Davası, (3. Baskı). İstanbul: Dergâh Yayınları.
- Topçu, N. (2018). Yarınki Türkiye, (24. Baskı). E. Everdi, İ. Kara, Haz.), İstanbul: Dergâh Yayınları.
[1] Topçu, 1997, S. 47
[2] Topçu, 2018, S. 359
[3] Alak Sûresi (96) 1. Ayet
[4] Şariâtî, Öze Dönüş
[5] Gölpınarlı, 2006, S. 275
[6] Tanpınar, 2009, S. 20-21
[7] Meriç, 2004, S. 86
[8] Meriç, 2004, S. 90
[9] Kısakürek, 2011, S. 50.
[10] Karakoç, 2020, s. 48.
[11] Buğra, 2023, S. 130
[12] Ruskin, 2017, S. 66.
[13] Tirmizi, İbn Mâce.
[14] Gökçe, E. (2018). (Nâbî)
[15] T. C. Millî Eğitim Bakanlığı.
9. Prof. Dr. Yücel Acer: Çağımız Üniversite Kavramı ve Türkiye
10- Mustafa Altınsoy: Öğretmen Yetiştirme İdealimiz
Eğitim ve araştırma faaliyetleriyle, ekonomik büyümeye ve toplumsal gelişmeye pozitif etkilerini güçlendirmek için, üniversite kurumunda yapısal ve işlevsel yeniden yapılandırma çabaları, son çeyrek asırda giderek artış göstermiştir. Bu nedenle karşımıza dördüncü nesil üniversite gibi yeni ve yenilikçi kavramlar çıkmaya başlamıştır.
Artık bilginin üretilmesinin yansıra kullanılmasına da odaklanan ve ekonomik değer de üreten kurumlar olarak bakılmaya başlanmıştır. Ayrıca mezunlarının da girişimci bir anlayışa sahip bireyler olmaları öngörülmektedir.
Ancak, teknoloji ve sosyal hayat o derece hızlı gelişiyor ki üniversitelerin işlevlerinin ne yönde değişmesi gerektiği sürekli konuşulan konular olmalı. Bilgiye ulaşmanın bu derece kolaylaştığı hatta yapay zekâdan destek alınan bir döneme girilmişken, Üniversitelerin görevleri artık neler olmalı? Tam da bu aşamada Türkiye’de yükseköğretim ve üniversitelerin bulunduğu noktanın tespiti ve ne yönde ilerlemeleri ve bunun için neler yapılması gerektiği daimi bir gündem maddesi olmalı.
Eğitimin öğrenci, okul, fiziki donanım, teknoloji ve öğretmen gibi birçok bileşeni vardır. Son yıllarda ülkemizde fiziki bakımdan çok güzel okul binaları ve büyük yatırımlar yapıldı, sınıflardaki öğrenci ortalamaları düşürüldü. Pek çok alanda sağlanan önemli teknolojik yenilik ve gelişmelerin yanında tabletler dağıtıldı.
Getirilen bu teknolojik yeniliklerin ve uygulamaların nerede, nasıl kullanılacağını; nasıl kullanılmasının daha faydalı olacağını çocuklarımıza anlatacak, uygulayacak, onları yönlendirecek, alınacak nihai kararları ve değişiklikleri yorumlayacak olan kişi eğitimin en önemli bileşeni olan öğretmenlerdir. Müfredat çok iyi hazırlanmamış olsa bile öğretmenlerimiz iyi yetiştirilmiş, idealist ve donanımlı ise konuları sağlıklı bir şekilde yorumlayarak öğrencileri doğru yönlendirebilir. Bu yüzden Millî Eğitim Bakanlığı olarak en önemli meselemizin “öğretmen yetiştirme” konusu olduğunu düşünüyorum.
Öğretmen yetiştirme işi devletimizin beka sorunudur.
Öğretmen yetiştirme konusu, devletimizin beka meselelerinden biridir. Nasıl sınırlarımızı korumak için, güvenlik stratejileri, asker yetiştirme ön planda ise devletin içerideki ve dışarıdaki sınırlarını korumak için de eğitimin en önemli bileşeni olan öğretmen yetiştirme konusu fiziki donanımlardan daha ön planda olmalıdır. Bu nedenle öğretmen yetiştirme konusu; devlet yetkilileri tarafından ülkenin kültürel savunması, güvenlik ve beka meselesi olduğu için millî, yerli, stratejik politika olarak düşünülmeli ve tesadüfe bırakılmamalıdır.
Selçuklu veziri, engin deha sahibi Nizamülmülk, medreselere çok para harcıyor, yatırım yapıyor diye Sultan Melikşah’a şikâyet edildiğinde “Efendim, askerlerimizin attığı ok en fazla 100 metre, 300 metre ileri gider ama benim açtığım medreselerden (o zamanki üniversiteler) atılan ok bin yıl ötesine gider.” demiştir. Melikşah da vezirini takdir ederek eğitim konusunda yaptığı yatırımlarda onu serbest bırakmıştır.
Kanaatime göre Millî Eğitim Bakanlığı’nın en temel iki birimi Öğretmen Yetiştirme Genel Müdürlüğü (ÖYGM) ile İnsan Kaynakları Genel Müdürlüğüdür. Yani yetiştirdiğimiz insanı doğru bir şekilde yetiştirmek, doğru yerleştirmek ve yönetmek. Bu nedenle (ÖYGM) sadece öğretmenlerimizin yaz tatillerinde veya eğitim süreci içinde hizmet içi eğitimleri ile uğraşmaktan öte, öncelikli öğretmen yetiştirme konusunu yeniden ele alarak uzun süreli, kalıcı çalışmalar ve yatırımlar yapmalıdır.
Hz. Ali, “Bana bir harf öğretenin 40 yıl kölesi olurum.” derken, gençliği emanet ettiğimiz stratejik ve güzel görevler icra eden öğretmenlerimizi yetiştirme konusunu ne kadar önemsiyoruz? “Hiçbir şey olamıyorsan öğretmen ol” ya da “en çok istihdam alanlarından birisi öğretmenliktir” anlayışıyla eğitim fakültelerine giden öğretmen adaylarıyla Türkiye yüzyılına hitap edemeyiz. Vizyonsuz ve misyonsuz bir eğitimden geçen, günlerinin çoğunu kafelerde geçirerek mezun olan öğretmen adaylarıyla ülkemizin geleceğini emanet edeceğimiz, ufku açık, donanımlı nesiller yetiştiremeyiz. Öğretmen yetiştirme konusunda ilk etapta yapılacak beş, on ve yirmi yıllık güzel projeksiyonlar ve planlamalarla Türkiye’nin de önü açılabilir.
Ne zaman “Benim evladım öğretmen olsun” denirse Türkiye düzelir.
Cumhurbaşkanı, vali, imam, sanatçı, esnaf, doktor, hâkim… Her kademedeki bireyi, kısaca toplumu yoğuran ve tüm ebeveynleri de yetiştiren öğretmenlerdir. Dolayısıyla öğretmenler, yeterli vizyon ve amaca sahip olduğu gibi en az onlar kadar belli yeteneklere, zekâya ve beceriye sahip olmalıdır. Öğretmenlik mesleğinin tercih edilmesi, çekiciliğinin olması için ehemmiyeti, değeri, devlet tarafından kendilerine verilecek maddi ve manevi itibarlarının artırılması ile toplumdaki yeri de sağlam temellere oturtulmalıdır. Öğretmenin meslek olarak saygınlığının artırılması için asgari gelir düzeyi bunların ortalamasından, bir hâkim ve doktordan aşağı olmamalıdır. O nedenle “Veliler ne zaman benim evladım doktor olsun, mühendis olsun ile beraber öğretmen olsun hatta özellikle öğretmen olsun” demeye başlarlarsa Türkiye o zaman düzelir.
Öğretmen yetiştirme tesadüfe bırakılmamalıdır.
Polis, asker alırken dikkat ettiğimiz kadar öğretmen adayı alırken de daha baştan seçici olmak gerekiyor. Öğretmenliğe yatkın, fiziki olarak konuşması düzgün, idealist, yaptığı işi, bir vatan savunması ve ibadet gibi gören idealist gençler seçilmelidir. “Geçmişte çok başarılı öğrenciler yetiştiren bir oldubitti ve sudan gerekçelerle kapatılan Fen Liseleri ayarındaki Anadolu Öğretmen Liseleri yeniden açılmalıdır. Ortaokul son sınıfta yapılacak çeşitli yetenek testleri sonucunda öğretmenliğe istidadı, hevesi, kabiliyeti olan lider tipler tespit edilip Öğretmen Liselerine yönlendirilmelidir. Bu okullarda yukarıda dile getirdiğimiz idealler doğrultusunda daha lisede ülkenin kalkınmasının yolunun eğitimden geçtiğinin bilincinde olan misyon ve vizyon sahibi öğretmen adayları hazırlanmalıdır. Ülke savunması ve geleceği için ideali, isteği, ufku ve hedefi olan öğretmen adayı gençler eğitim fakültesine yönlendirilmelidir. Rol model olabilecek donanıma sahip, şovmen ve şovenist olmadan, ülkeyi kurtaracak insan olarak kendisini görecek bu gençlerin önüne eğitimde “Kızılelma hedefleri” konulmalıdır.
Bu nedenle öncelikle öğretmen yetiştirmeye kaynak teşkil eden fakülteler her yerde açılmamalıdır. Eğitim fakülteleri de üst bir akıl ve istişare ile bu anlayış içinde yeniden dizayn edilmelidir. Bu fakültelerde görev alacak öğretim üyeleri de maddi kaygıları olmadan ders dışında da bu öğretmen adaylarını eğitecek, misyon sahibi, yerli maarif anlayışına sahip idealist hocalardan seçilmelidir. Gerekirse sadece “EĞİTİM ÜNİVERSİTELERİ” kurularak ders programları Eğitim, Kültür ve Ahlak konuları temelden, yerli ve millî anlayışla yeniden ele alınarak, misyon ve vizyon sahibi öğretmen adayı yetiştirecek müfredat geliştirilmelidir.
Buraya gönderilen öğrencilere de önemli idealler yüklenerek Nurettin Topçu’nun ifadesi ile “Sınıfa, mabede girer gibi girdim.” anlayışında, yaptığı işin önemini kavrayan, öğretmen kadrosu yetiştirilirse Türkiye 20 yılda eğitimde kendisini çok iyi noktada bulabilir. 20 yıl da bir devletin ömründe çok uzun süre değildir. Nitekim son hükümet, yaklaşık 20 yıldır iktidarda bulunmaktadır.
Bu nedenle öğretmen yetiştirme konusu, yerli ve millî bir devlet politikası olarak ele alınırsa hükümet ya da bakan değişikliği eğitim sürecini çok etkilemez. Nitekim ülkemizde Millî Eğitim Bakanlarımızın Bakanlıkta kalma ortalaması üç yılın altında olması sebebiyle kendi politikalarını uygulamaya zamanları kalmayabiliyor. Gelen bakanlar, yerli ve milli politikalarının uygulanmasına nezaret etmeli, devletin belirlediği politikaları uygulamak birinci amacı olmalıdır.
Hepimiz Finlandiya’daki kalkınmanın (ya da ülkenin kalkınmasının) bir öğretmen ve öğretmenler grubunun gayretinin ideal bir şekilde anlatıldığı “Beyaz Zambaklar Ülkesinde” adlı kitabı okumuşuzdur. Ülkemizde de bir milyon iki yüz bin atanmaktan ziyade adanmış öğretmenlerle çocuklarımızın idealist ve doğru bir şekilde yetiştirilmesi sağlanabilir.
11. Ahmet Tek: Merhamet Medeniyeti ve Eğitim
Kıymetli dostlar, ben eğitimci değilim. Eğitim bilimleri üzerine derin okumalarım da olmadı. Gazeteciyim. Öncelikle gözlemciyim. Gazetecinin hammaddesi olaylar, olgular, verilerdir. Gazeteci elindeki malzemeyi yoğurur, pişirir, tezgahına koyar. Fırıncının ekmek yapması gibi. Gazeteci olayın, olgunun, verilerin üreticisi değildir. Müsebbibi de değildir.
Bir fırıncı benim yaptığım ekmek kişilere zarar verir mi vermez mi diye düşünmez. O ekmeğini üretir, kazancına bakar. Gazeteci de fırıncı gibidir. Haberin kime dokunacağıyla ilgili kaygıdan uzaktır. İşini iyi yapsın yeter. Fırıncı ekmeği yakmasın, hamur halde çıkarmasın. Haberci de haberini eksiltmesin, çoğaltmasın.
Dünyada en çok tüketilen gıda maddesi ekmek diye biliriz. Dünya nüfusu 8 milyar. Bir kişi bir günde 1 kilo ekmek tüketse bir günlük ekmek tüketimi 8 milyar kiloya ulaşır. Bu da demektir ki bir günde 8 milyar kilo ekmek üretilmesi gerekir.
Ekmek ne alâka diye düşünebilirsiniz. Sizlerle bazı istatistiki verileri paylaşmak istiyorum. Biliyorum, bir konu rakamlarla anlatılmaya çalışılırsa dinleyici veya okuyucuların yarısı gözden çıkarılmış demektir.
Bugün dünyada dağıtılan gazete sayısı ne kadardır? Bir fikri olan var mı?
Bugün ve yarın ve ertesi gün dünyada günlük dağıtılan ve dağıtılacak olan gazete sayısı 275 milyon adettir.
İnternet üzerinden hizmet veren haber sitelerine ilişkin yeni veriye ulaşamadım. Haziran 2023 itibarıyla Dünya üzerinde 201.898.446 adet aktif, 904.773.457 adet ise inaktif web sitesi varmış.
-Sadece bugün 7 milyon blog yazılacak.
-Yine bugün 590 milyon twet atılacak.
-Bu yıl dünyada basılan toplam kitap sayısı 2 milyon 24 bin.
-Dünyada 6,5 milyar internet kullanıcısı var.
-Dünya nüfusunun yüzde 62’si sosyal medya kullanıyor.
-Facebook aktif kullanıcı sayısı 3 milyar kişi
-Instagram ve whatsApp kullanıcı sayısı 2 milyar,
-YouTube 2,5 milyar,
-TikTok kullanıcısı Facebook’a yakın.
İsterseniz Dünya’dan bize ne diyelim. Rakamlar sıkıcı olur. Ciddi her şey insana sıkıcı gelir. Hatta canımızı ziyadesiyle sıkar. Bir de kendimize bakalım.
-Türkiye’de günlük sosyal medya kullanımı 2 saat 44 dakika,
-Günlük internet kullanımı 6 saat 57 dakika. -Dünya sıralamasında 37’inciyiz.
-Türkiye’de 57 milyon 500 bin kişi YouTube,
-57 milyon 100 bin kişi instagram,
-38 milyon kişi TikTok,
-34 milyon kişi Facebook
-20 milyon kişi x kullanıyor.
Dünyadaki ajanslar tarafından her gün değişik başlıklar altında yaklaşık 50 bin haber üretiliyor. Bu sayı editörlerin değerlendirip abonelerine ulaştırdığı sayı. Yerel haberler dahil değil.
Gördüğünüz gibi haber sağanağı altındayız. Haber seli etrafımızı, bizi de altında ezerek yıkıp geçiyor. Her gün bu zararını tekrarlıyor. Baraj kurup haberleri burada depolama şansımız yok.
Haber dünyanın en çabuk bayatlayan ürünü. Duyulduğu anda bayatlamıştır. Yenilerinin üretilmesi gerekir. Haber hava gibi, her yere girer. İzne tabi diyemezsiniz, kontrol edemezsiniz.
Haber selinin tahribatını önleyecek kuruluş yok, yaraları saracak ilk yardım ekibi yok. Habere karşı hepimiz savunmasız durumdayız. İstemesek de haberler zihnimize sızar.
Karamsar bir tablo var karşımızda. Biz bu konuda ne yapıyoruz? Hangi haberleri üretiyor, hangi haberlerin saldırından perişan haldeyiz?Bilmiyoruz. Maalesef ciddi çalışma yok. Aslında çalışma yok.
Reuters Haber Ajansı (İngilizlerin) 2012’den bu yana 46 ülkede bir çalışma yapıyor. Çevrimiçi ve saha çalışması.
-Oxford Üniversitesi bu çalışmayı değerlendiriyor. Netice:
-Hemen her ülkede çok sayıda insan güncel olaylar ve siyasetle ilgili haberlerden uzaklaşıyor.
Niye diye sormuşlar. işte cevaplar:
-Haberlerin çokluğundan yorulduk,
-Haberlerin güvenilmez ve taraflı olduğuna inanıyoruz,
-Haberler moralimizi bozuyor.
2023’te bir rapor hazırlanmış. Rapora göre;
-Olumsuz haber görmeye mecali kalmamış kimsenin.
Peki çare:
Özel, rahatlatıcı, kişinin keyfine ve beklentisine uygun haber paketleri hazırlanacak. Hazırlanıyor. Çoktan başladı. Yapay zeka devrede. Cep telefonları bu hizmeti veriyor.
Peki haberin doğrusunu mu yalanını mi istiyoruz?
-Yine maalesef. Doğru haberlerin okuyucu sayısı düşük oluyor.
Finlandiya’da öğrencilere sahte ve gerçek haberleri birbirinden ayırt etme eğitimi veriliyormuş. Sorunu çözer mi? Asla. Haber, algılarımızı oluşturan etkenlerin ilk sıralarında yer alır. Hangi tür haberlerin servis edildiği çok önemli. Hatırlatmak isterim: Akıl, beslendiği yere uygun düşünür.
ABD’de 1979’da 75 yaşındaki insanlarla bir deney yapıyorlar. Denekler bir merkezde toplanıyor. Bunlara 1959 yılından sonra yayınlanmış hiçbir kitap, dergi, gazete vermiyorlar. Sanki yıl 1959’muş gibi bir ortam hazırlanıyor.
Bu kişiler 55 yaşındaymış gibi davranıyorlar. Ona göre giyiniyor, ona göre kimlik sergiliyorlar. Bir hafta sonra bu insanları inceliyorlar. Bütün değerlerini ölçüyorlar. Duruşlarına, esnekliklerine, hareket kabiliyetlerine bakıyorlar.
Ortaya çıkan sonuç: Bu insanlar gerçekten gençleşmişler. Bu durum beynimizin gerçekliği algılama şeklinin bir sonucu imiş. Beynimiz gerçekliği farklı şekillerde algılıyormuş. Algı dediğimiz kavram bir kez daha karşımıza çıkıyor. Demek ki önce ortam hazır hale getirilecek.
Bir Çin atasözüymüş;
Bir ağaç dikmek için en iyi vakit yirmi yıl önceydi. İkinci en iyi vakitse şimdi.
Biz en iyi ilk vakti kaçırdık. En iyi ikinci vakitteyiz ve kolları sıvayıp işe başlamalıyız.
İki hafta önce ilk ve orta dereceli okullar açıldı. Yaklaşık 19 milyon öğrenci, bir buçuk milyon öğretmen ve eğitim çalışanı ile velilerin dâhil olduğu 50 milyon kişiden meydana gelen büyük çark üç aylık uzun molanın ardından yeniden dönmeye başladı. İnşallah hayırlı bir eğitim yılı olur.
2020 yılında evlerimize hapsolunduk. Pandemi günlerini, yasakları henüz unutmuş olamayız.
Pandeminin ortalarında, Cumhurbaşkanlığına bir rapor sunuldu. Maske raporu. Bu raporda, üretilen maskelerin yüzde 35’inin hijyen koşullarına uymadığı, yüzde 75’inin hiçbir filtreleme özelliği olmayan kumaşla üretildiği belirtildi. Konunun uzmanları maske üreticisi firmaların yüzde 80’inin merdiven altı üretim yaptığını açıklamışlardı.
Hayati önemi olduğu özellikle belirtilen ve kullanımı mecburi olan maskenin üretiminde bile basit standartları yerine getirmeyen üreticilerle, bunları denetlemeyen yöneticilerin el ele verdiği bir düzende milli eğitim gibi uzun yıllara dayanan bir sisteme yönelik hangi çözümü nerede, hangi insanlarla gerçekleştireceğiz?
“Eğitim, bilgi, ideoloji ve politika arasında oynanan bir oyundan başkası değil” diye bir not almışım. Kaynağını yazmamışım.
Beyzbol sopası, Amerika’dan sonra en çok Türkiye’de satılıyormuş. Sahası yok, sopası çok. Niye? Nezaketsizlikten, saygısızlıktan, hukuksuzluktan, adalet duygusunun zayıflamasından.
Eğitime yoğunlaşınca terbiye kimsenin aklına gelmiyor. Talim ve terbiye kelimelerinin yeniden düşünce dünyamıza girmesi, uygulama alanında hayat bulması gerekir.
Hepimiz hâlâ yarının daha güzel olacağına inanarak yaşıyoruz. Yanan bir evde doğarsanız tüm dünyayı alevler içinde zannedersiniz
Biz suyun bile pişmişini severiz.
Sağlık bulaşmaz, hastalık bulaşır.
Ekonomide kıt ürün deyimi vardır. Altın, elmas gibi. Bunları yeniden üretemezsiniz, miktarını artıramazsınız. Bu yüzden bir ürün kıtsa fiyatı yüksektir.
Günümüzde kıtlığı çekilen duygu durumlarını bir düşünelim.
-Adalet
-Merhamet
-Dikkat
-Merak
Allah bizi öyle bir yaratmış ki, yer yüzündeki milyarlarca insanın parmak izi birbirinden farklı diyoruz. Sonra bu bilginin üstüne klonlanıp tek tip insan üretmeye heves ediyoruz.
Zihnimize bir barkot yapıştırmadıkları kaldı. İradesiz müritler ordusuna gönüllü yazılıyoruz. Klon nesliyiz. Global propagandalarla klonlanıp tek tip insan oluyoruz. Globalleşmeye karşı mıyız, değil miyiz?
Eğitim adlı büyük pazarda veliler müşteri,
öğrenciler kobay. Sonuç ortada. Lokal anestezi yetmediği yerde narkoz. Eğitim denilen neşterle deşilmedik yerimiz kalmadı.
İnsan özünde yüzeysel. Hatta yüzeysel ve sorumsuz. Yüzeysel ve canı sıkılan canlılarız.
Haber bombardımana tutulmuşuz.
-Doğruluğu seviyoruz, desteklemiyoruz,
-Yanlışı fark ediyoruz, müdahale yerine başımızı çeviriyoruz.
-Doğruya doğru demekle iş bitmiyor. Yanlışa yanlış demek gerek.
Kapitalist ekonomik sistem üretimde başarılı. Ancak bölüşümde ve buna bağlı olarak tüketimde başarısız. Eğitim, sunduğu imkanlarıyla ve ulaşılır olmak yönüyle başarılı. Terbiye ve ruh eğitimi yönünden çok geri.
İnsan; anlayan, hisseden ve fark eden bir varlık. İnsan maddi ihtiyaçları gibi manevi ihtiyaçları olan bir varlık. İnsan hem nankör hem kıymet bilen bir varlık,
Helal lokma, helal kazanç olduğu gibi helal fikir, helal düşünce var. Başkasına ait bir şeyi alıp kullanıyoruz. Biz eğitimde de kendi değerler paketimizi oluşturmak zorundayız. Başkasının paketini kullanmak haram yemek gibi geliyor bana.
Zihniyetler buyrukla değişmez.
Değil iki günümüz, yıllarımız birbirine denk. Hatta geriye gidiş var.
Bencillikle ve bencil dünyayla başa çıkmanın yolu merhamettir, adalettir.
Merhamet başka insanları nasıl takdir edebileceğimizi öğrenmek ve başka insanların yeteneklerinden zevk almayı bilmektir. merhamet gönlün zekasıdır.
merhamet ahlak ve sadakattir.
merhamet sevmek ve anlamaktır.
merhamet egomuzun sesini kısmaktır.
merhamet gezegenimizi ve Allah‘ın ayetlerini korumaktır.
merhamet hayatlarımızın birbirine yapışık olduğunu ve içinde yaşadığımız dünyayı birlikte yaptığımızı fark edebilmektir.
merhamet sosyal mesafeleri aşmak ve yabancıların gözünün içine bakarak onlarla dertleşmektir.
merhamet, ötekini benden farklı da olsa saygınlığını ve biricikliğini kabul edebilmektir. merhamet ötekinin acısını algılıyabilmek ve o acıyı dindirmek için eyleme geçme eğilimidir.
merhamet acıyı hissetmek ve ona göre cevap vermektir.
merhamet aynı göz ve yürek hizasından konuşmaktır.
merhamet anlamaktır.
merhamet sabır, kabulleniş, farkındalık ve dürüstlüktür.
merhamet hem başkasına zarar vermekten kaçınma hem de başkasına ilişmiş olan zararı telafi etme çabasıdır.
merhamet dünyadaki son sığınağımız.
Merhamet tanımlarını kıymetli Kemal Sayar’dan ödünç aldım. Evimizde, okullarda çocuklara merhameti öğreteceğiz. Önce biz merhametli olacağız. Kişi bilmediğini öğretemez. Belki yapay zekadan yardım isteyeceğiz(!)
Benim yerli ve millilikten anladığım, toprağımı, ormanımı, denizimi sevmek. Ormanlar yanarken yüreğimde acısını duyabilmek.
Hayvanları sahiplenmek. Kedileri, köpekleri ve kuşları korumak.
Bilginin sel gibi aktığı günümüzde sadece çocuklarımızın değil hepimizin merhamete, adalete ihtiyacımız var. Dikkatli ve meraklı olursak ilk adımı atarız. Dikkati ve merakı olmayanın merhameti de olmaz ahlakı da.
En çok gürültü çıkaranlar, yerinde sayanlardır. Önce adım atalım, her yürüyüş ilk adımla başlar. Adımlarımızı dikkatli atacağız, geçtiğimiz güergâhta merakımız yanımızda bize eşlik edecek.