Halikarnas Balıkçısı?nı bilmeyen yoktur sanırsam. Yoktur derken sözüm meclisten içeri. Okumanın sırrına erebilmişleredir sözüm. Aganta Burina Burinata?  Antik çağlardaki adı Halikarnos olan Bodrum?la özdeşleşmiş bu ismin edebiyat dünyamıza kattıkları kadar zihnimizde bıraktığı o korkunç izi de hatırlarsınız umarım. Hani ömrünün baharında, yirmi sekiz yaşındayken, tartıştığı babası Cevat Paşa?yı çekip silahıyla vurarak öldürüş anını. Sonrası malum. Mahpus, sürgün, münzevi biraz da canlı müntehir mesabesinde yaşanmış bir ömür. İnsan sevdiğini, eşini, dostunu hele hele babasını niye öldürür ki demeyin. Öldürür hem de öyle bir ölüdür ki ne öldürdüklerinizin ne de sizin haberiniz bile olmaz olan bitenden.

İyi de neden, hem nasıl demeyin. Namı diğer Halikarnas Balıkçısı müteveffa Cevat Şakir?in bizzat yaşayarak gösterdiği gibi olmasa da ?Jose Mauro de Vasconcelos?un o bilindik eseri ?Şeker Portakalı? romanında tarifini ettiği gibi işte. Hani fakir bir ailenin beş yaşındaki oğlu olan ufaklık, romanın kahramanı,  hayal gücü çok gelişmiş ?Zeze? diyordu ya. ?Birini sevmeyi bıraktığında içinde ölmeye başlar.? Bütün meselenin özüdür bu? Gönül denen o tasviri hayli zor mücerret mekân, işte bu yüzden bugünlerde unuttuğumuz, sonra da sevmeyi bırakıverdiğimiz adamların cansız bedenleriyle dolu. Sizi bilemem ama benimkisi aynen öyle.

Ne garip ki ?Ölmeden önce ölünüz? diyen bir peygambere inanmışlar olarak sanki denileni hepten yanlış anlamış gibiyiz. ?Ölmeden önce öldürünüz? denilmişçesine öldürebilmenin yarışı var zihinlerimizde adeta. Hele ki teknolojinin ve hızlı yaşamın esaretinde gün gün ölümden sonrasını unuttuk önce. Öyle ya ölümden sonrasını unutan biri zaten o andan itibaren ölmüş sayılır. Ruhsuz bir beden işte? Bu acip hal ki adeta yürüyen et kemik yığınını. Peki ya sonra? Sonra da bizi biz yapan gönüldeşlerimizi, ahbaplarımızı, yarenleri ve eşi dostu unutur olduk bir bir. Unuttuk ve sevmeyi bıraktık daha ne. Bugün tam da hikmet yolcusu Eflatun?un ?Hakikatle yüzleşmekten korkanlar felsefe yaparlar ancak? dediği yerdeyiz artık.

Bu yüzden felsefe yapmak yerine ?Bernard Williams?a kulak verip hakikatle yüzleşmek, daha doğrusu samimiyetle itiraf etmek istiyorum. Bugünden tezi yok itiraf ediyorum, evet ben öldürdüm, hem de kimseciklerin ruhu bile duymadan. Öyle ki her geçen yıl öldürdüklerimin sayısı giderek artıyor üstelik. Giderek beton yığınları arasında artarak yalnızlaşan kalabalıkların arasında sıra kime gelecek bilmiyorum. Ama gün batar batmaz, belki de şafak sökümüyle birlikte bir kişi daha girecek zihnimdeki o yok olacaklar diye başlayan meçhul listeye. Öldüğü o andan itibaren, onca yoğunluğumun arasında hatırladığım tek şey, bir kişiyi daha silip attığım ve kim olduğunu bir türlü hatırlayamayışım olacak o kadar.

Ne hazin ki ilk onları sevmeyi bırakmışım anlaşılan. Çoktan unuttuğum ilkokul sıralarını beraber aşındırdığımız ilk göz ağrım olan çocukluk arkadaşlarım... Ne yalan söyleyeyim delikanlı zamanımda yarenlik ettiğim aynı mahalle ekibiyle ve de lise yıllarımızda hiç bitmeyecek, hiç ayrılmayacağız sandığım can yoldaşlarımla görüşmeyeli hayli zaman oldu. Belli ki ilk onlar olmuş öldürdüklerim. Sonrada emanet duran onca birlikteliklerin arasında boy veren -sayıları az da olsa- o üniversiteli dostlarım, askerlik arkadaşlarım, ahbaplarım olmuş gönül dünyamda kapı dışarı ediverdiklerim, sevmeyi bırakıp da ölüme terk ettiklerim.

Şimdi de bitmek bilmeyen telaşelerin, koşuşturmacanın, doyumsuzluğun, bir de yetiremediğim zamanın girdabında en sevdiğim dediklerimi unutmaktan, sonra da sevmeyi bırakıvermekten korkuyorum. Korkuyorum? Yakın uzak bütün akrabalarımı, yaren bildiklerimi, hem de dostlarımı. En çok da gönlümün en güzel yerinde yer verdiğim annemi, babamı, kardeşlerimi, eşimi, çocuklarımı bir de. Unutacak ve sevmeyi bırakacak olmaktan, sonra da sessizce ölüme terk edecek olmaktan çok korkuyorum. O kadar ki sevdiklerimi öldüreceğim diye aklım çıkıyor.