Mehmet dağların kralı, çobanların şahıydı. Nice bin yıldır; yıldızlar, güneş ve zemin arasında göçer (yörük) kültürünün birikimiyle koyunu, keçiyi tek bir kılından özelliklerini ayıracak hassasiyete ulaşmıştı. Ağacın yapraklarından iklimin durumunu, Ay?ın durumundan mevsimlerin özelliklerini tahmin edebiliyordu. Geceleri yıldızların hareketinden manalar çıkartabiliyordu. Her taşın, tepenin, bitkinin, böceğin bir adı ve bir özelliği vardı. Hayatını idame ettiği yerin bütün hususiyetlerine vakıftı.

     Düşmez kalkmaz bir Allah. Bütün bu bilgilere (ilme) sahip Mehmet?in memleketi düşmüş, koskoca imparatorluğunu kaybetmişti. Düşe kalka, aç biilaç vardığı Sarıkamış?tan esir düşüp, Sibirya?da beterin beterini yaşamıştı. Belki de hiç sevmediği, hiç sevemeyeceği Bolşevikler sayesinde özgürlüğüne kavuşmuştu.

     Battal; Mehmet ve Ayşe?nin evladı olarak, cumhuriyetimizin beşinci yılında dünyaya gelmiştir. İnsan doğar, büyür, yaşar ve ölür serüveninin her safhasını yoksulluk içinde yaşamıştır. Nice zaman var ki, yedi düvel bir milletin bahtını kuşattılar. İnsan doğar, büyür yaşar ve ölür serüvenindeki yoksulluğun temelinde bu kuşatma vardı. Fakr-u zaruret içinde yaşayan bu nesil, bir milletin varlık mücadelesindeki gen taşıyıcısı elmas yahut zümrüt kuşaktılar. Soy devamının teminatıydılar.

     Battal, babasının bütün maharetlerine sahip olarak yetişmişti. Doğduğundan beri bu köyde, şu yaylalarda yaşamıştı. Ayağındaki sağlık sorunları nedeniyle askerliğe gitmemişti. Güneşi, yıldızları ve göğü buradan başka bir yerde görmemişti. Denizi anlatıldığı kadar biliyor, şehri giden gelenden dinliyordu.

     Babası gibi yaylaların kralı, çobanların padişahıydı. Bir ıslığı ile koyunları hizaya getirirdi. Kurbağaların sesi, kuşların kanat çırpması hep bir şeyler anlatırdı. Göçmen kuşların geç kalması, erken gitmesi de boşu boşuna değildi. Bulutlar, Göktepe?den gelirse şöyle olur. Dede Dağından, Kavga Bucağından gelirse böyle olur. Karıncalar, arılar dahi ona bir şeyler fısıldardı. Yıldızlar neler söylemezdi ki, çobanların yıldızı olan bu bilgeye?

     Ah ne olaydı bu bilge çoban, bir gün olsun gönlünce giyinip, kuşanıp, doyuncaya kadar yiyebilseydi keşke.

     Takvimler 1985?i aylar Haziranı gösteriyordu, Battal 57 yaşındaydı. Oğlu Ahmet vedalaşıp askere gidiyordu. Yaylada asker arkadaşlarıyla veda seremonilerini tamamlamışlardı. Battal, çoban olduğu için koyunlarını dağa götürmüştü. Ahmet vedalaşmak için babasının yanına gitti. Ben de yanlarındaydım. Güneş batıya doğru yönelmiş, gölge boyu uzamıştı.

     Asker adayımız, babasının eline uzandı ?? Baba hakkını helal et,  askere gidiyorum?? dedi. Baba  ?? Allah işini rast getirsin?? diyecek kadar kendinde metanet buldu. Dağda otlayan sürüye sanki ekili tarlaya zarar verecekmiş gibi ansızın dönüp taş attı. Sürü, çobanını çok iyi tanıyordu. Açık bir tehdit yoktu ve istiflerini bozmadılar. Baba ağlamaya başlamıştı ama bunu asla evladına gösteremezdi, göstermemeliydi. Baba acziyet içine düşemezdi, şu karşıki dağ gibi sağlam durmalıydı -durabilirse- Evladından uzaklaşması lazımdı. Sürünün içine gitti. Zaman dondu, benim için her şey bitti.

     Dağlar? İnsanın göğüs kafesini genişleten dağlar. Sanırım o gece dağlar rahatlatmak yerine, yoksul babanın yüreğini dağlamıştır. Evladının peşinden gidemeyen, cebine harçlık koyamayan baba dağın üstünde değil altında kalmıştır.

     Yolda Ahmet yanık sesiyle ?? Karlı dağlar kara bulut içinde/ Yaylası hüzünlü yöresi bir hoş/ Sevdalı yolcular umut içinde/ Hayalin düğünü töresi bir hoş?? türküsünü söylemişti. Biz Kağnı Kaçağına geldiğimizde Güneş kaybolmuş, gökyüzünde çizgiler halinde kızıllık vardı. Öyle sanıyordum ki bu kan kırmızısı kızıllık Güneşten değil, Battal Dayının yüreğinden kaynaklanıyordu.

     Otuz üç yıl otuz üç gün sonra aynı yerde duruyordum. Aslantaş, Dumanlı, Liplipi,  gerideydi. Sarıkaya solumda, Cırtlıklı sağımda, Köşker uluorta meydandaydı. Happanlının yokuşuna 60 metre aşağıda o taşın üzerindeydim. Kocadağ koskocaman karşımdaydı. Kuşkayası her zamanki haşmetindeydi. Gürlehan vakur ve coşkulu, İkinci Gürlehan mütebessim, Üçüncü Gürlehan üst tarafında sümbüller topladığım yerde sarı kantarondan bahçe yapmıştı. Seki tablak kayıtsız, Kevenli umarsız görünüyordu. Keklik Pınarı şuralarda bir yerdeydi.

     Zaman durmuştu. Ben zamandan inmiş, kaldığım yerden otuz üç yıl otuz üç gün önce kendimi (bıraktığım çocuğu) almaya gelmiştim. O çocuğun elinden tutmak istediğimde, gözlerinden akan göz suyunu (kim bilir belki de ruhunun öz suyunu) saklamak için bana bakamamıştı. Haydi, evimize gidelim ben senim diyecektim. Ürperdim?

     Yıllar sonra karşısına çıkıp, nasıl ben senim diyecektim? Oysa onun hayallerini yıkmış, ümitlerini kırmıştım. Gözün aydın sana kaybettirdim, nasıl derdim? Hâlbuki kabına sığmayan, enerji dolu, sevgi patlaması yaşayan zeki bir çocuktu. Emanet ettiği hayallerine ihanet etmiştim.

     O taşın üstünden, o yerden niçin ayrıldığımı ve Çamlıoluk?u ne zaman geçtiğimi hatırlamıyorum. Üç Pınar?da elimi yüzümü yıkarken buldum kendimi. Başım dönüyordu. Güneş tepedeyken hava niçin kararır anlamış değilim. Neden hıçkırıklara boğuluyordum, haramiler, haydutlar toplanıp bana işkence mi ettiler?

     Emiruşağı?nda eve geldiğimde kendime de geldim. Balkonda çay içiyor ve sessizce yıldızlara bakıyordum. Kabaca da olsa yıldızlardan anlam çıkarmayı öğrenmiştim. Büyükayı ve Küçükayı kuzey ve güney yönlerde yani zıt yönlerde göz kırpar gibi fasılalı ışık saçmaktaydılar. Tarık mahzun, boynu bükük duruyordu. Samanyolundaki yıldızlar sönük, bulut gibi görünen takımyıldızlar buharlaşacakmış gibi solgun görünüyorlardı. Bu gece semada yıldızların ağzını bıçak açmıyordu. Sinyallerle gönderdikleri mesajda H-Ü-Z-Ü-N yazıyordu.

     Arkama bakmadan gelirken çocuk orada kalmıştı. Biliyorum çocuğu orada bıraktığım için bana kızıyorsun. Biliyorsun ki, çocuğa verecek cevabım yoktu. İtiraf ediyorum, çocuğun geleceğine zarar veren bendim. Ne dese haklıydı ve hakkıydı. Beni anlıyor musun? Yoksa gerçekten ağlıyor musun?