İslam?da iman  ?dil ile ikrar, kalp ile tasdik? olarak özetlenir.Yani inandığımızı sadece dilimizle söylemek yetmez bilakis kalbimizle onayladığımız inancımızı, dilimizle söylemek artık anlam kazanmıştır. İnandım demenin en temel şartı kalpten kabul etmek, tasdik etmek, özümsemek ve samimiyetle hissetmektir. İman ancak o zaman değer kazanır. Ne muazzam bir kural böyle? Yüce Rabbimiz bize kalbin kadar değerlisin diyor yani. Hissedebildiğin kadar önemli.

      Çoğu zaman fark etmesek de sosyal hayatımızda da geçerlidir bu kural. Merhamet edebildiğimiz kadar vicdanlıyızdır. Yardım edebildiğimiz kadar duyarlı, cesaret edebildiğimiz kadar yürekli, haksızlığa karşı gelebildiğimiz kadar adaletli, sevebildiğimiz kadar değerli ve hissedebildiğimiz kadar insanızdır aslında. O zaman durup düşünmek lazım ne kadar insanım diye.

      Acaba, yiyecek bulamadığı için ölen bir çocuğun açlığını, bakmaya bile kıyamadığı yavrusunu, kollarının arasında bu dünyadan uğurlayan bir annenin acısını, evleri başlarına yıkılmış, bütün sevdiklerini kaybetmiş bir babanın ızdırabını, toprakları işgal edilirken tek savunması sapan ve taş olan insanların çaresizliğini, yuvasız, yurtsuz bırakılıp vatanlarından sürülen, tek gayeleri hayatta kalabilmek olan mültecilerin umutsuzluğunu, oyun oynarken toptan kaçmak yerine bombalardan kaçan çocukların korkusunu, diri diri yakılan insanların çığlıklarını, denizde yüzüp oynamak varken kıyıya vuran minicik bedenlerin umutlarının boğuluşunu ve daha birçokları yaşanırken ne kadarını samimiyetle, kendimiz yaşamışçasına dert ediniyoruz? Ne kadar insan olabiliyoruz?

       Oysa Peygamber efendimiz (s.a.v.)  ?Bütün Müslümanlar bir vücut gibidir. Bu vücudun bir organına zarar gelirse bütün vücut o acıyı hisseder.? demişti. Peki neden artık hissedemiyoruz? Efendimizin bahsettiği Müslümanlar mı biz değiliz yoksa kalplerimiz mi maddeleşti, sadece bir et parçası olmayı kabullendi. Hani kalbimiz kadar değerliydik ya?

      Pekala insanız, elbette kalbimiz var ve hala merhamet esintileri hissedebiliyoruz yüreğimizde. İmkanlarımız ölçüsünde maddi yardımda bulunuyor, her kedere şahit oluşumuzda ısrarla çok üzücü olduğunu söyleyebiliyoruz. Evet dilimizle söyleyebiliyor, ikrar edebiliyoruz ama kalbimizle tasdik mi ediyoruz yoksa kalbimizden geçiştirip vicdanımızı mı oyalıyoruz işte bu kocaman bir muamma.

Ya gerçekten, benliğimizle, kalbimizle, bütün samimiyetimizle hissedebilseydik, hissettiğimizde geçiştirmeyip acı çeken yüreklere yüreğimizle saplanabilseydik. Hani empati diyoruz ya buna hümanistlerin yaptığı şey. Bir anne olabilseydik o an. Eviyle birlikte hayalleri, umutları, beklentileri, hevesleri, sevgileri, geleceği ve benliği de enkazın altında kalmış bir anne. Daha da acısı o enkazda canından öte can, en değerlisi, kıymetlisi, evladını bulabilmek için çaresizce çırpınan bir anne olsaydık, yemek yiyebilir, uyuyabilir, nefes alabilir miydik? Sığabilir miydik bu dünyaya? Oysa anneliğin dili, dini, ırkı yoktu. Samimiyetle hissetmenin cinsiyeti, rengi, memleketi yoktu. Sadece sen, ben değil, müslümanlar değil, bütün bir insanlık acıları kalp ile tasdik edebilseydik bitmez miydi savaşlar, kederler, zulümler, hırslar, bencillikler.

Tekrar durup düşünelim o zaman ve şöyle dua edelim: ?Allah?ım kalplerimize hissettir, samimiyetle hissettir ki insanlığımız üzüntü kırıntılarıyla tatmin olmasın.?