Yıllar önce zorluklarla mücadele etmenin mükafatı, yahut fazileti üzerine bir menkıbe (anekdot) okumuştum. Padişahın, yahut kralın biri sarayının penceresinden görünen ve biraz ilerden şehire geçen yolun tam ortasına bir kaya oturtur. Altına da bir kese altın kor. Pencereden gelip geçenleri seyreder. Kimi kayanın üst tarafından, kimi alt tarafından ıkına sıkına geçip yola devam eder. Nihayet bir köylü önde eşeği kayaya kadar gelir. O, diğerleri gibi yapmaz. Eşeğin yükünü indirir ve kayayı yoldan kaldırmaya koyulur. Uzun zaman cehd eder, uğraşır, terler, arada bir dinlenir, nihayet bir zaman sonra kayayı bir tarafa iter ve yolu açar. Kayayı kaldırınca bir de görsün! Altında bir kese altın!

Yollar, güçlüklerle, engellerle mücadele azmiyle, başarabileceğine olan inançla açılıyor. Zahmetlere, zorluklara göğüs germeyince mükafata nail olunamıyor. Kaldı ki insan bazen kendi yolunu açtığında kamuya da yollar açabilir. Mükafat, böylece faziletle taçlanır. Hayatta karşımıza çıkan zorluklarla, engellerle, oyunlarla, maruz kalınan haksızlıklarla mücadele etmeden, boğuşmadan aydınlıklara yollar bulamayız.

Fuat Sezgin’in yolu üzerine nice yalçın kayalar, engeller, manialar dikilir. Bunların, hiçbiri onu yıldırmaz, pes ettiremez. Başaracağına inanır ve başarır. Engeller birer birer aşılır. Tezgahlar saf dışı bırakılır. Her engelin, her manianın aşılışı ona başka bir zevk, başka bir haz verir. Çünkü inanmıştır, idealleri vardır, hedefleri büyüktür. O bir mesuliyet adamıdır. Ümmetin mesuliyetini yüklenmiştir. Böyle bir hamleyi kim püskürtebilir? Bütün bu yüce hasletlere Sezgin’in sabrı, cehdi, çalışma aşkı eklenince, şüphesiz tüm olmazlar olur kılınır.

Her insan hayatında pekçok engellerle, zorluklarla karşılaşır. Ama büyük idealleri, hedefleri olan insanların çileleri, engelleri, zorlukları başka olur. Sezgin, bunlardan biridir. İlk büyük engel 1960 İhtilali ile baş verir. İhtilal, Türkiye’de her şeyi ama her şeyi berbat eder. Üniversite de boşaltılır. 147 öğretim üyesi kadro dışı bırakılır. Sezgin de bunların arasındadır. O, bu, kanun, ahlâk ve hukuk dışı olaydan pek etkilenmediğini ifade eder. Aslında hadise hazindir, zalimanedir. Şüphesiz tüm Türkiye’yi ilgilendirir. Benzer olaylar, ıslahatlar ve devrimler boyunca hep tekrarlanagelir. Devlet-millet büyük zararlar görür. İstikrarı, istikbali, güvenirliliği alt-üst olur. İstisnasız bütün devrimler, ıslahatlar, darbeler dış kaynaklıdır. Büyük devletlerin çıkarları doğrultusunda tezgahlanır.

Bilindiği gibi 1933’te de üniversite tensikatı yapılır. O dönemde de pekçok değerli ilim adamı devre dışı bırakılır. Hatta Türkiye Cumhuriyeti’nin inşasında önemli roller ifa etmiş olan İ. H. Baltacıoğlu (1886-1978) bile kendini atılanlar arasında bulur. Kadro dışı kaldığına dair resmi yazıyı tebellüğ ettiğinde derinden, alabildiğine etkilenir. Öyle ki, “sanki dünyam başına yıkıldı, artık yapayalnızdık” anlamında bir değerlendirme yapar. Aynı muameleye tâbi tutulandan biri olan Müderris Cevad Mazhar Bey ise intihar eder (Armağan, 2007, s. 68-73).

Türkiye’nin geçirdiği bu ve benzeri oyunlarda, ölçü hiçbir zaman “ehliyet, hukuk ve hakkaniyet” olmamıştır. Ölçü, “güc”ün buyruğudur, “ideoloji”dir ve “siyaset”tir.

Böyle bir ortamda tezgahlanan 1960 İhtilali ülkede her şeyi, ama her şeyi alt-üst eder. Ülke, bir kaosa sürüklenir. Maliye, birikim talan edilir. Hukuk rafa kaldırılır. Demokrasi iğfal edilir. Düşünebiliyor musunuz, Başbakan asılır! Maliye, Milli Eğitim ve İçişleri Bakanları da idamla cezalandırılır. Maksadım bu ihtilali tahlil değil. Nelerin, kimlerin eliyle nasıl tezgahlandığının farkına varılması, idrakı. Bilinmesi.

Sezgin, her ne kadar etkilenmediğini ifade etse de, insanın haksızlığa, hukuk dışı muameleye maruz kalışı onu yaralar, hayli üzer. Dolayısiyle pekçok planını, projesini, çalışmalarını engeller. Kaldı ki Sezgin, üniversiteden atılır. Memleketini, ülkesini terk etmek zorunda kalır. Âdeta köklerinden koparılır.

Hocamız, bütün bunlara rağmen ihtilali çocukça bulur. Çocuk oyuncağı: Basit, eğlenceli ve nefsani. N. Fazıl’a göre de, “yoğurttan bir hükümete kartondan bir hançer saplanmıştır.” Hepsi bu.

Sezgin, intikam tavrı takınmaz. Kızmaz ve affedici olur. Ancak bu “çocuklar” durmaz. Bu oyunu sürekli oynarlar. Oynatanlar, temaşadan, oyundan hayli zevk almış olacaklar ki, “çocuklar” bir oyundan diğerine sürekli aktarılır. 1970’de, 1980’de, ara dönemlerde postmodern oyunlar olarak bu kabil tezgahlar hep sahnelenir. 2015’teki ise, el ele bir oyun olarak tertip edilir. Bunda baş oyuncular hoca damgalı hainler, devrimci artıkları, kul ve köleler (finolar) hep birlikte perdeyi açar. Çok sesli bir hale koydukları oyunu haince icraya başlarlar. Bilmem ki, Sezgin bunları da affeder miydi? Sanmam. Çünkü bu seferki oyunu oynayan çocuklar bizimkiler değildi. Hoş, diğer oyunlar da surette bizden, esasta başkalarının çocukları olanlarca oynanmıştı. Böyle bir oyunun neticesinde Amerika’dan, “Bizim çocuklar başardı” nidasını bütün dünya duymuştu.

Sezgin Hoca, 1970’teki oyunu müteakip kardeşi Refet Sezgin’le (bir süre bakanlıkta yapmış bir zat) bir haceti için devrin Devlet Bakanı Mehmet Özgüneş’e giderler. Konu çok önemlidir. Benim de yıllarca dile getirdiğim bir mesele: “Üstün Zekâlı Türk Çocuklarının Eğitimi”. Hoca Almanya’da bir vakıf kurarak bu önemli meseleyi yüklenmek niyetindedir.

Elbette bu fevkalâde teşebbüs de akim kalır. Destek görmez. Bir el, bir merkez sanki ülkenin hayrına, gelişmesine ait her ne ki düşünülür, icraata koyulur onu sekteye uğratmaya yeminlidir. Buna, tarih boyunca şahit oluyoruz. Sezgin örneğinde bu defalarca sahnelenir. Mesela, o anıt eserin, İslâm Bilim Tarihi kitabının Türkçe’ye tercümesi için devrin MEB Müsteşarı olan Adnan Ötüken (1911-1972)’e başvurur (1967’de). Kitap, birkaç ay sonra çıkacaktır. Tercüme işinin Bakanlıkça deruhte edilmesini ister. Ötüken, böyle ciddi bir işi savsaklar. Ötüken ki milliyetçi camianın içindedir. Bu konuda gayretleri, faaliyetleri, çalışmaları vardır. Ama, yapılabilecek en temel meselenin şuurunda değildir. Hoca, böyle bir tavır karşısında çekip gider. Sonradan TUBA tercüme işini yüklenir. Zamanın Başbakanı R.T. Erdoğan, bütün eserlerinin tercüme edilmesini ısrarla ister.

Bir diğer örnek, İslâm bilim Merkezi’nin kurulmasıyla ilgilidir. O, Bilimler Tarihi’nin bir ilim olarak Müslümanların gayret ve anlayışlarının eseri olduğunu vurgular. “Tam bir bilimler tarihine dair ilk kitap da İbnü’n-Nedim’in el-Fihrist’idir” (Sezgin, 2010, s. 97). Maksadı, böyle bir mirası tekrar dillendirmek, kopuk halkaları eklemektir. Pek tabiî Müslümanlara ufuk açmak, soluklanmalarına sağlam temeller oluşturmaktır. Bayhan’ın Sezgin’e dair değerlendirmesine katılıyorum. Ona göre Tanzimat’tan beri Cumhuriyet dönemi dahil, İslâm Medeniyeti’ne ve İslam dinine, hatta İslâm Milletlerine (yani ümmete) en büyük hizmeti yapmış bilim adamlarının başında, ilk sırada tartışmasız Fuat Sezgin gelir (Bayhan, 135).