Bir bölgede meydana gelen bir yangın, her zaman haber değeri taşır. İtfaiyeyle birlikte haberciler de oraya koşar. Zira bu acı olay bütün toplumu ilgilendirir. Diğer yandan aynı bölgece yapılan yüzlerce evin herhangi bir haber değeri yoktur. Bu yüzden habercilerin oralarda işi olmaz.

Her gün yapılan yüzlerce düğün, sahiplerinden başka kimsenin dikkatini çekmez. Hâlbuki düğünü bahane ederek yapılan taşkınlıklar istenmeyen sonuçlara yol açarsa ortaya tam da haberlik bir olay çıkar.

Dünyada -ve elbette Türkiye’mizde- her gün onlarca adlî vaka olmakta; bunlar hâliyle toplum üzerinde olumsuz etkiler yapmaktadır. Hırsızlık, dolandırıcılık, gasp, şiddet, tecavüz, cinayet gibi olayları kim tasvip eder ki? Bunlara bir de terör örgütlerinin toplumun sinir uçlarıyla oynayan faaliyetlerini ekleyelim. Kendi işinde gücünde olan sade vatandaşlar ne kadar yıpranır bu durumdan, siz hesap edin.

Aslında meramım, toplumu sinir küpüne döndüren olaylardan bahsederek yangına körükle gitmek değil. Meramım tam tersi. Bizzat yaşadığım olaylardan vereceğim örnekleri sunayım dikkatlerinize:

1970-1985 yılları arasında Türkiye’mizde yaşanan siyasi kamplaşmalar, kavgalar ve sonu ölümle biten terör olayları herkesin malumudur. O yılların birinde bendeniz de öğretmen olarak istek dışı bir tayine maruz kaldım. Üstelik istediğimiz hâlde eşimin tayini oraya yapılmayarak ailemiz parçalanmış oldu. Hamile eşimi bırakıp yeni görev yerime gittim. Kaldığımız lojmanı boşaltmak zorunda kaldık. Bir öğretmen arkadaşım bize evinin kapılarını açtı ve eşim onlarda iki aydan fazla misafirlik yaptı. Soruşturma dahi yapmadan bendenizi başka bir yere gönderenler de eşime sadece evlerini değil gönüllerini de açanlar da bizim insanımızdı.

Çok değil bundan birkaç ay önce, kendi dikkatsizliğim sonucu arabamın lastiği yarıldı. “Direksiyon şoförü” tabir edilen gruptan olduğum için bir an öylece kalakaldım, çünkü lastik değiştirmeyi bilmiyordum. Ne var bunda; çağırırsınız bir eleman, verirsiniz parasını, işinizi görürsünüz diyebilirsiniz. Ben de tam öyle yapacaktım ki yanımda beş altı arkadaş belirdi. Derhal işe koyulup beş dakika içinde lastiği değiştirdiler. “İşte biz böyle bir milletiz.” dedim ve onlara hem teşekkür hem dua ettim.

Teknoloji geliştikçe maalesef suçların çeşitleri de artıyor. Her gün akla hayale gelmez dolandırıcılık olayları ortaya çıkıyor. Kim yapıyor bunları? Bizim

insanımız. Evet, onlar da bizim insanımız, üstelik çok da zekiler. Ne yapalım ki zekâlarını kötü yönde kullanıyorlar. Diğer yandan bunlardan nefret eden, suçluların yakalanması için elinden gelen her şeyi yapanlar da bizim insanımız. Dahası, bu tür işlerle zerre kadar alakası olmayan “sessiz çoğunluk” dediğimiz insanlarımız da var.

Trafikte, içtiği sigara izmaritini yola atmaktan utanmayan, kurallara uymamayı marifet sayanlar da bizim; kendi hâlinde, halim selim, kurallara uymayı en temel vatandaşlık görevi sayanlar da. Herkes toplumdan hak ettiği tepkiyi alıyor ama karşısındakine zerre kadar saygısı olmayanlar, bizi temsil etmeye layık olmuyor. Toplum vicdanı kabul etmiyor onları.

Yıllardır Fransa’da öğretmenlik yapan bir dostum anlattı. Büyük marketlerin birinde bir müşterinin unuttuğu cüzdanı bulup görevlilere teslim etmiş. Çok geçmeden cüzdanını unutan kişi koşarak gelmiş. Cüzdanı bulup getirenin bir Türk olduğunu öğrenince şaşkınlık içinde kalmış ve şu acı cümleyi söylemiş: “Cüzdanımı bir Türk bulursa kesinlikle getirmez sanıyordum. Yanılmışım. Böyle düşündüğüm için sizden özür dilerim.” İşte bu arkadaş ve onun gibi olanlardır bizi temsil etmeye layık olan.

Yine bir tıp doktoru arkadaştan dinledim: “Ben malımı birine emanet edecek olsam, son sırada Türkleri düşünürüm.” Bunu söyleyen asla Türk olamaz diyebilirsiniz, hayır Türk’tü ve inandığı bir şeyi söylüyordu. Mesele bu arkadaşın kafasındaki düşünceyi değiştirebilmekte. Ona aşağılık duygusunun bize yakışmadığını söyledik ama nafile. Bu bile özellikle eğitimcilerin kafa yorması gereken bir konu.

“Bizim zamanımızda her şey daha güzeldi. Şimdiki nesilden hayır gelmez.” deyip ümitsizliğe düşenler de bizim, aksine ruhundaki güzelliği gençlere yansıtmaya çalışanlar da. Elbette ikinci grup doğru yapıyor. Onlardan biri olarak, işimizin eskiye göre daha zor olduğunu biliyorum ama içinde yaşadığımız çağda kolay olan ne var ki?

Ümitsizlik, virüs gibidir, girdiği kalplerde kara lekeler bırakarak dolaşır. Oysaki ümit de dolaşır insanlar arasında. Onun görevi, kalplerde oluşan kara lekeleri temizlemek, insana tertemiz bir sayfa açmaktır.

Sevgili Peygamberimizin , “Allah, bir kapıyı kaparsa bin kapıyı açar.” hadisi ortada iken neden ümitsiz olalım ki? Bize düşen, ümitsizlik yerine, toplumun dengesini bozan olayları önlemeye çalışmak. Nasıl olacak bu? Toplumca bir seferberlik yaparak: Temiz vicdan seferberliği!

Temiz vicdanlı bir topluma nasıl erişiriz?

“Mükemmel değil, merhametli çocuklar yetiştirin. Karıncaları ezmeyen, ağaç dallarını kırmayan, çiçekleri ezip geçmeyen, sevgiyi hissetmeyi ve hissettirmeyi bilen çocuklar.” diyen Doğan Cüceloğlu’na kulak vererek.

Çocuklarımız üzerinde aşırıcı korumacı olmayıp, onları severek ve sevdiğimizi belli ederek olacak. Evladımızın daha çok pozitif taraflarını öne çıkararak olacak. Geleceğin teminatı yavrularımıza milletimizin maddi manevi bütün değerlerini sezdirerek ve bütün bunları bizzat uygulayarak olacak.

Acilen, “Millî” eğitimi, partiler üstü bir devlet politikası hâline getirmemiz gerekiyor. Zira bir toplumu batıran da ayağa kaldıran da eğitimdir. İnsanımıza yüzlerce yıldır iyi bir vatandaş olmanın eğitimi verildiği hâlde istenilen sonuç hâlâ çok uzaktaysa ortada bir sıkıntı var demektir.

İnsanları eğitmeye devam edelim fakat onunla birlikte bir şey daha yapalım: Toplumun geleceği için kesin ve katı kurallarımız olsun. Bunlar, başta siyasiler ve devlet adamları olmak üzere hiç kimse tarafından delinmesin. Araya hiçbir şekilde hatır gönül işi girmesin. Cezalar caydırıcı olsun. Sadece haberlere konu olan suçlular değil, asıl kimsenin görmediği zannedilen yerlerde işlenen ya da insanların gözüne baka işlenen fakat bir şekilde haber olmayan suçlular da çeksin cezasını.

Gelin hep beraber şöyle diyelim ve kim olduğumuzu hatırlayalım:

“Babamız Âdemdir, annemiz Havva;

Ulu bir çınarın dalı gibiyiz.

Bin bir rengimiz var bin derde deva;

Aynı gülistanın gülü gibiyiz.

Erciyes bizimdir, Ağrı da bizim;

Eğrimiz olsa da doğru da bizim,

Yunus’la sevgiye çağrı da bizim;

Gönül Türkçesinin balı gibiyiz.”