İtalya’nın Sicilya adası açıklarında, Akdeniz’in doğudan batıya nerdeyse tam ortasında küçük bir ada ülkesi. Kime Malta deseniz akla Malta Şövalyeleri gelir. 1070 yılında kurulmuş Hospitalye Şövalyeleri ya da Aziz Yuhanna Şövalyeleri (Hospitallers of St. John of Jerusalem), aslında tarikat kökenli bir isim. Kudüs’te Hıristiyan hacılara yardım etmek amacıyla kurulan bir hastane ile başlayan bir hikâyeye dayanıyor. Zaten isimleri de bu nedenle “Hospitalier Şövalyeleri” (Hastane Şövalyeleri) olmuş.  

Teşkilat zaman içeresinde kendisini Müslümanlara karşı savaşan bir yapıya dönüştürmüş. Öyle ki, Avrupa’dan İslam dünyasına yönelik başlatılan Haçlı Seferleri ile, Şövalyeler büyük bir askeri güç haline gelmişler. Kudüs’ten ayrılmak durumunda kalınca bir ara Kıbrıs adasına daha sonra da Rodos adasına yerleşmişler. Kanuni Sultan Süleyman döneminde Rodos seferine çıkan Osmanlı donanması adayı 1522’de fethedince Hospitalier Şövalyeleri 5. Karl (ya da Şarlken) tarafından kendilerine bağışlanan Malta Adası’nı üst edinmişler. Tarikat, bugün bilinen Malta Şövalyeleri adını da böylece almış.  

Malta adasında donanmasını güçlendiren Hospitalier Şövalyeleri çok gelişmiş bir sağlık merkezi de kuruyorlar. Ancak Malta Adası 1798 yılında Fransa Kralı Napolyon Bonapart tarafından ele geçirilince Şövalyeler Malta’dan sürgün ediliyorlar. Bunun üzerine tarikat 1834 yılında, son durak olarak merkezini günümüz İtalya’sının başkenti Roma’ya taşıyor. Kudüs’ten Rodos’a oradan Roma’ya uzanan bin yıllık bir hikaye bugünlerde Roma’da bir Saray ve ofisler ile Malta’da bir kalede devam ettiriliyor. 

Geçmişinde mücadeleler-savaşlar olan ve şövalyelerle anılan Malta adasına sabah erken saatlerde iniyorum. Etrafta eski-püskü görünen binalardan oluşan birbirine neredeyse bitişik kasabalar var. Meğer burada böyle imiş. Başkent Valetta aslında ayrı bir şehir değil etrafındaki kasabalarla birleşmiş bir merkez imiş. Eski ve çatısız çoğu az katlı evlerin yanı sıra üzeri tozlu arabalar da dikkatimi çekiyor. Afrika’dan gelen rüzgarın getirdiği tozun yanı sıra rüzgârda dahi aşınan Malta taşı tozları de her yeri kaplıyor gibi.  

Şöyle bir yürüyüşe çıktığım deniz kıyısı, dalgalarla oyulmuş, oyuklarda kalan suların buharlaşması ile geride kalan beyaz tuz birikintileri ile kaplı düz kayalıklardan ibaret. Yanı başındaki koyda kim bilir ne mücadeleler geldi geçti. Adanın Napolyon tarafından ele geçirildiği çıkarma acaba buradan mı yapıldı? İnsan oğlunun birbiri ile kavgasının ne başı var ne sonu var ve hatta ne de kazananı.  

Hazırlanıp öğleden sonra başlayan ve AGİT (Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı) tarafından her yıl düzenlenen “Antisemitizm ile Mücadele” sempozyumuna katılmak için salona doğru yürüyorum. Aklımdaki soru, 6 ayda 32 binden fazla sivili öldürüp 2 milyon insanı evlerinden süren şu Semitik ırka karşı gelinmesini engellemeye yönelik bu sempozyumun anlamı nedir? Özellikle böyle bir yılda “Yahudileri sevin” hatta “asla sevmemezlik etmeyin” hele hiç “düşmanlık beslemeyin” demenin anlamı ne?  

Ah Yahudiler, hala Hitler tarafından öldürülmüş olmanın ekmeğini Avrupalılar üzeninden ama Ortadoğuluların sırtından yemeye ne de alışmış ya da alıştırılmışsınız. 6 milyon Yahudi’yi sadece 4 yılda öldüren Avrupalılar faturayı ve ezayı ne de güzel bizlerin, Müslüman Ortadoğuluların üstüne yıktınız. Ha bide asla Yahudileri sevmemezlik yapmamız gerektiği de sıkı sıkıya tembihleniyor bize. Hem de böyle bir yılda. 

Onlar da bunun farkında olmalılar ki, salona girerken birkaç kontrolden geçiyorsunuz. Aslında Yahudilere ama özellikle de İsrail’e duyulan öfkenin ve nedenlerinin o derece farkındalar ki salonu o derece koruma gereği duyuyorlar.  

Bir buçuk gün süren sempozyum tam bir mizansen. Katılan onlarca büyükelçi düzeyindeki devlet temsilcileri, sivil toplum kuruluşları, gazeteciler, AGİT yöneticileri, uzmanlar ve akademisyenler, herkesin gerçek üstü senaryo olduğunu bildikleri bu dramatik oyunu ne de güzel oynuyorlar.  

Herkes ağız birliği etmişçesine her söz alan istikrarlı bir şekilde “7 Ekim’deki Hamas saldırısı ve şiddeti” diyor ancak gerisini hiç getirmiyor. Hiçbir Allah’ın kulu İsrail şiddetinden bir kelime dahi bahsetmiyor. 7 Ekim’den sonra olan ve 32 binden fazla sivilin İsrail tarafından katledildiği 6 aylık süreç için basitçe “7 Ekim’de Hamas saldırıları ve sonrasında gelişen olaylar” ifadelerini kullanıyorlar. Hamas sıklıkla “terör örgütü” olarak ifade ediliyor. 

Bu kadar görmüşlüğüme rağmen bu beni hala şaşırtıyor. Batılıların vahşetin arkasında nasılda bu derece saf tutabildiklerine, bunu hangi vicdansızlıkla yapabildiklerine hala şaşıyorum. Bu Yahudilere karşı Avrupa’nın büyük bir günah çıkarması bile olsa, masum Filistinli sivilleri vicdanların neresine gömebiliyorlar. Olsa gömemezlerdi sanırım. Tamamen yok olmuş bir “vicdansızlık durumu” ndan bahsediyor da olabiliriz.  

Yalnızca Türkiye’nin çıkıp çok sayıda Filistinli sivilin Gazze’de öldürüldüğünü, antisemitizmin ortadan kalması için ateşkes ve Filistin’de kalıcı barışın sağlanması gerektiğini, İsrail’in yaklaşımlarını değiştirmesi gerektiğini söyleyebiliyor. İnanın bu kulüpte bunu söyleyebilmek bile bir erdem. Buraları terk etmek yerine kalıp uğraşmanın ne derece önemli olduğunu bir kez daha görüyorum.  

Belki içimi soğutan bir başka beyan İngiltere’den gelen bir imamın beyanları oldu. Antisemitizmin Ortadoğu’da değil Avrupa da doğduğunu, Yahudilere yönelik öfkenin Filistinlilerin yerinden edilmesi ile doğduğunu, İslam’da her türlü ayrımcılığın yasak olduğunu, her şeyin antisemitizm olmadığını, İsrail’i eleştirmenin antisemitik olmadığını, eleştirilere, İsrail’in uluslararası hukuku ihlal etmesinin eleştirilmesine izin verilmesi gerektiğini söyledi. 

Ama sonuçta geriye kalan herkes, 7 Ekim’den beri antisemitik eylemlerde büyük artış olduğunu vurgulayıp, asıl hatta yegâne sebebin İsrail’in bizzat kendi eylemleri olduğundan bahsetmemeye özen gösteriyorlar. Bahsederlerse biliyorlar ki İsrail’in vahşetlerinden bahsetmek durumunda kalacaklar. Birisi kalkmış Yahudi bir arkadaşının çocukları ile solağa çıkamadığını, zira çocuğunun önünde bir protestoya maruz kalmaktan korktuğunu söyleyerek protesto edenleri küçük düşürmeye çalışıyor. Çocuklarının gözleri önünde öldürülmesini seyretmek durumunda bırakılan anne-babalar değil, protesto edilenler masummuş gibi gösteriliyor. Bu, daha büyük bir insani dertmiş gibi sunulmaya çalışılıyor.  

Malta ile ilgili bildiklerim ve Malta’da şahit olduklarım, geçmişten geleceğe insanlık adına pek bir şey değişmediğini, hala batı kökenli ayrımcılığın ve Müslüman düşmanlığının devam ettiğini gösteriyor. Dünyanın, ayrımcılıkta büyük sorunun antisemitizm değil İslam düşmanlığı ve hatta doğu toplumları düşmanlığı olduğunu kavraması gerekiyor. 

YAZARIN DİĞER YAZILARINI GÖRMEK İÇİN, MARİFİNSESİ'NDEN OKUMAK İÇİN TIKLAYINIZ...